"Kapadokya´nın asıl heyecan uyandıran yanı yerin altında saklıdır. Toprağın altında kurulmuş çok büyük kentler vardır, binlerce ve binlerce insanın barındırmış dev boyutlu kentlerdir bunlar.
12 Ekim 2011 Çarşamba
Erich Von Daniken´e göre Kapadokya
"Kapadokya´nın asıl heyecan uyandıran yanı yerin altında saklıdır. Toprağın altında kurulmuş çok büyük kentler vardır, binlerce ve binlerce insanın barındırmış dev boyutlu kentlerdir bunlar.
11 Ağustos 2011 Perşembe
Kütahya
Ege Bölgesi’nin İç Batı Anadolu Bölümü’nde yer alan Kütahya, bilinen
tarihi içinde Hitit, Frig, Roma, Bizans, Selçuklu,
Germiyanoğulları ve Osmanlı Dönemi uygarlıklarıyla Türkiye
Cumhuriyeti’ne ulaşmıştır. Kütahya ili sınırları içinde kalan
topraklarda yerleşen ve adı bilinen en eski halk Hitit’lerdir. Buna
rağmen çevredeki Arkeolojik buluntular ilin yerleşim tarihini çok
daha eskilere, ilk çağlara değin götürmektedir. Kütahya için kesin bir
kuruluş tarihi verilememekle birlikte; Hitit metinlerinde geçen
Assuva tarihiyle ilgili IV. Tuthaliya (M.Ö. 1256–1220) yıllıklarına
dayanarak M.Ö. II. binin ortalarında kurulduğu söylenebilir. Kütahya,
bugün de işletilen zengin maden yatakları dolayısıyla tarihin her
devresinde ilgi görmüş, bu sayede geniş ticaret yollarına sahip
olmuş, hızla gelişmiştir. Malazgirt Zaferi’nin ardından XI. yüzyılın
sonunda Türk uygarlıklarıyla tanışan Kütahya, Germiyanoğlu Beyliği’ne
başkentlik yapmış olup Osmanlı Devleti bu topraklar üzerinde
kurulmuştur. Ayrıca Kütahya “Türk ve dünya askerlik tarihi” nin en büyük
zaferinin kazanıldığı yer olarak zengin bir kültürel mirasa sahiptir.
2. ŞEHRE VERİLEN ADLAR:
Eski kaynaklara, sikke ve yazıtlara göre Kütahya’nın antik
dönemdeki adı “Kotiaeion”dur. Ünlü Antik Çağ Coğrafyacısı Strabon bu
adın, “Kotys’in Kenti” anlamına geldiğini belirtmektedir. Kotys,
Trakya’da yaşayan Odrisler’den olup, Romalılar’ın M.S. 38’de
Anadolu’ya gönderdiği bir komutanın adıdır. Kütahya Müzesi’nde bulunan
bir sikkede bu ad “Koti” olarak geçmektedir. Kütahya adı, eskisine
benzetilerek Türkler tarafından verilmiştir.
3. KÜTAHYA’NIN İLK KURULUŞ YERİ:
İlimizin ilk yerleşim yeri Kütahya kalesi ve çevresidir.
Germiyanoğulları döneminde de kullanılan şehir merkezinde yapılan
kazılarda Roma dönemi nekropol (mezarlık) alanları bulunmuştur. Ancak
şehir merkezinde Frigler dönemine ait önemli bir buluntuya
rastlanmamıştır. Kütahya’nın antik dönemdeki yerleşim alanı henüz kesin
olarak belirlenememiştir. Ne zaman kurulduğu, nerede kurulduğu, ne zaman
ve kim tarafından fethedildiği kesin olarak ifade edilemeyen Kütahya,
bir sırlar kentidir.
Yapılan Arkeolojik Kazılar ve Eski Yerleşim Merkezleri:
Bugüne kadar Kütahya ve çevresinde yapılan sistematik kazı ve
araştırma sayısı çok değildir. İngiliz Arkeoloji Enstitüsü adına Clive
Foss - Kütahya Kalesi’ni, Epigraf Tomas Drew Bear - Yazıtları,
David French - Roma Yolları ve Mil Taşlarını, İstanbul
Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Turan Efe Antik Yerleşimlerden Höyük
ve Tümülüsleri araştırmıştır. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün Aizanoi
Antik Kentinde başlattığı sistematik kazı ve araştırmalar 1970 yılından
beri devam etmektedir. Müze uzmanlarının Kütahya il sınırlarında
yaptığı inceleme ve araştırma çalışmalarında yüzü aşkın höyük,
tümülüs ve antik yerleşim saptanıp belgelenmiş, yapılan kurtarma
kazılarıyla kentin tarihini aydınlatacak önemli arkeolojik
malzemelere rastlanmıştır. Kütahya Merkez Seyitömer Höyük’te
yapılan kurtarma kazılarında Eski Tunç dönemine uzanan toplu buluntular
elde edilmiş olup Kütahya Arkeoloji Müzesi’nde ayrı bir salonda
sergilenmektedir. Merkez Ağızören Köyü’nde 2000 yılında yapılan
kazılarda Hitit yerleşimine ait nekropol (mezarlık) alanında önemli
arkeolojik malzemeler ele geçmiştir. Kütahya’da Eski Tunç Dönemi’ne
uzanan toplu buluntu veren en önemli merkez, 1977 yılında kömür çıkartma
işlemi sırasında ulaşılan Tavşanlı Tunçbilek, Boyalık ve Gevence
mevkileridir. İlin yerleşim tarihine ışık tutan Eski Tunç buluntu
merkezleri Seyitömer, Tavşanlı - Kayı Köyü, Altıntaş - Üçhöyük,
Domaniç - Elmalı, Simav, Emet ve Çavdarhisar yöreleridir. Buralarda ele
geçen buluntular Bitynia dışında tüm Batı Anadolu’da rastlanan tipik
Troya çanak - çömleği örneklerindendir. Gaga ağızlılar, üç ayaklı
kaplar, depas türü maşrapalar dışında, Balıkesir, Bursa yöresine özgü
Yortan kültürünün bezekli kaplarına rastlanması, Kütahya’nın kuzeyinde
bu kültürün etkin olduğunu göstermektedir.
4. HİTİT - FRİG DÖNEMİ:
Kütahya yöresi, Hititler Dönemi'nde Assuva'nın doğusunda, Hitit Devlet
sınırlarının da batısında yer almaktadır. Antik Çağ bölümlenmesine göre
ise ilin doğu yarısındaki toprakları Frigya, batısı da Mysia
bölgesindedir.
O dönemde Hititlerin siyasal etkisi dışında kalan Batı Anadolu'daki pek
çok kent konfederasyonlar şeklinde örgütlenmiştir. Kuzeybatı
Anadolu'daki As-suva Konfederasyonu bunlardan biridir ve Kütahya'nın
batısında kalan topraklar bu konfederasyona bağlıdır. İlin kuzey
kısımları ise zengin gümüş yatakları ve buna bağlı gelişmiş ticaret
yolları dolayısıyla Hititlerin sürekli ilgi ve etki alanında kalmakta,
bu yüzden sıkça saldırılara uğramaktadır
Hitit İmparatorluk döneminin sonuna doğru doğuda Assuva yöresindeki
bakır yataklarının Asurlar'a kaptırılması, Hititler'in Kütahya'ya
ilgisinin artmasına neden olmuştur. Bu sırada Assuva'nın başında Sum
Dlama, Hititler'in başında IV. Tuthaliya bulunmaktadır. (M.Ö.
1256-1220).
Assuva'ya saldıran Hititler'in ülkeyi yakıp yıktıklarını, Assuva kralı
ve oğlu Kukkulis'i tutsak alıp Hattuşaş'a götürdüklerini IV. Tuthaliya
yıllıklarından öğreniyoruz.
M.Ö. 1200'lerde Trakya'dan Anadolu'ya büyük dalgalar halinde geçen
Frig-ler, bölgede Hitit egemenliğine son verip, doğuda Kızılırmak,
güneybatıda Burdur Gölü'ne kadar uzanan geniş bir alanı yurt
tutmuşlardır.
Bursa, Balıkesir yörelerine gelen yeni oymakların eskilerini daha doğuya
sürmeleri sonucunda Kütahya'nın batı kesimleri Mysia bölgesinde yer
almıştır.
Yine Frigler'in bir kolu olan Bitin ve Tinler'in Kütahya'nın kuzeyine
Bilecik-Sakarya bölgesine yerleştikleri görülmektedir. Frigler'in asıl
kalabalık oymaklarının ise Afyon, Eskişehir, Kütahya üçgenindeki
bölgeye yerleşmesi sonucunda, Kütahya'nın doğusu Epiktetos Frigyası
adını almıştır. Kütahya'nın güneyine, Temnos (Şaphane) ve Dindimos
(Murat) Dağı'na kadar yayılan Frigler yerli Hititler'le karışıp
kaynaştıkça güçlenmiş, kültür alanlarını genişleterek doğuda Fırat'a,
batıda Ege Denizi'ne kadar dayanmalarına rağmen Lidyalılar üzerinde
sürekli bir egemenlik kuramamışlardır.
Frig Yerleşimi-Söğüt Köyü
M.Ö. VIII. yüzyılda devlet olarak örgütlenen Frigler'in barışçı bir
toplum olarak geliştiği, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, kaya
mezarları, tapınım alanları ilekendilerine özgü bir mimari getirdikleri,
maden işçiliği ve dokumacılıkta ileri gittikleri, yeni müzik aletleri
ürettikleri görülmektedir. Antik kaynaklar, ünlü masalcı Ezop'un doğum
yeri olarak Kütahya'yı göstermektedir.
M.Ö. 676'da Kafkasya üzerinden Anadolu'ya giren Kimmerler'in, Frigya
Kralı III. Midas'ı yenerek Kütahya ve çevresini ele geçirdiği, daha
sonra M.Ö. 607'de Lidya kralı Alyattes'in Kimmer egemenilğine son
verdiği gözlenmektedir. Lidyalılar döneminde Efes'ten başlayıp başkent
Şart, Uşak ve Kütahya'dan geçerek Adalar Denizi ve Kızılırmak'ın doğu
yakasını birbirine bağlayan Kral Yolu bu dönemde yapılmıştır.
Doğuda gelişerek Anadolu'yu Marmara'ya kadar istila eden Persler'in ünlü
kralı II. Kyros, M.Ö. 546'da Lidyalıları tarihten silmiş, Kütahya'yı
Frig Satraplığı'nın merkezi yaptığı Dinar'a bağlamıştır. Pers
yönetiminin zayıflamasıyla M.Ö. 334'te Biga Çayı civarındaki savaşı
kazanan Makedonyalı İskender bölgede üstünlük kurmuştur. İskender'in
M.Ö. 324'te ölümüyle Kütahya ve çevresi komutanlarından Antigonas'a
geçmiştir. Bölgede M.Ö. III. yüzyılın başlarında yaşanan
karışıklıklardan sonra
Bergama Krallığının üstünlük sağladığı ve M.Ö. 133 tarihinde Kütahya'nın
Roma'nın Asya Eyaleti sınırlarına dahil edildiği görülmektedir.
5. ROMA VE BİZANS DÖNEMİ
Kütahya, Roma egemenliğine girdiği sırada bölgede küçük şehir
devletleri vardır. Kütahya'da Koti-aeion, Gediz'de Cadı, Simav'da
Synaus, Emet'te Ti-beriopolis, Simav Boğazköy'de Ancyra, Altıntaş'ta Soa
ve Çavdarhisar'da Aizanoi Antik yerleşim merkezleri bulunmaktadır. Bu
şehir devletlerini Claudius unvanlı valiler yönetmiş, toplanan verginin
bir bölümünü merkeze gönderip kalanını kentin imarına harcamışlardır. O
dönemin en büyük şehri olan 120 bin nüfuslu Aizanoi'nin Zeus Tapınağı,
İmparator Hadrian MS. (117-138) döneminde toplanan arazi vergileriyle
yaptırılmıştır. Bu bölgede (302) tarihinde yapıldığı saptanan bir borsa
binası vardır. Duvarları üzerinde Latince fiyat listeleri bulunmaktadır.
Bu listeler fiyat artışlarını önlemek için konulmuştur.
M.S.395'te Roma İmparatorluğu'nin ikiye ayrılmasıyla Kütahya, Doğu Roma
İmparatorluğu (Bizanslında kalmıştır. Bu dönemde önemli bir
piskoposluk merkezi olan Kütahya hızla gelişmiş, çevresine yapılan
kalelerle korunaklı bir kent haline getirilmiştir. Zeus Tapınağı
kiliseye çevrilmiş, il ve çevresinde çok sayıda kilise inşa edilmiştir.
6. SELÇUKLULAR DÖNEMİ :
1071 'de Malazgirt Savaşı'nda Alparslan'a yenilen Bizans İmparatoru
Romanos Diogenes salıverildikten sonra Bizanslılar tarafından Kütahya
Kalesi'ne getirilmiş ve gözlerine mil çekilerek cezalandırılmıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti'ni kuran Kutalmışoğlu Süleyman Şah, 1075'te
İznik'i aldıktan sonra Kütahya ve yöresine akınlar düzenlemiş, 1078'de
şehri ele geçirmiştir.
II. Yakup Çelebi İmaret Külliyesi
1097'de Haçlıların saldırısıyla Bizans'ın eline geçen Kütahya 1182'de
Selçuklular tarafından geri alınmıştır. 1186'da II. Kılıç Arslan ülkeyi
11 oğlu arasında paylaştırınca Kütahya Gıyaseddin Keyhüsrev'e düşmüş,
çıkan karışıklıklar ve kardeş kavgaları sırasında 1196'da Kütahya tekrar
Bizanslıların eline geçmiş, 1233'de Alaeddin Keykubad zamanında Anadolu
Selçuklularına yeniden kazandırılmıştır
Kütahya'daki Hıdırlık Mescidi, Yoncalı Hamamı ve Camisi, Balıklı Camii ve Medresesi Selçuklu dönemi eserlerindendir.
7. BEYLİKLER DÖNEMİ
I. Alaaddin Keykubad döneminde 1230'da Anadolu'ya gelen Germiyanoğlu
Aşireti, Malatya yöresine yerleştirilmiş olup 1240'ta Baba İshak
ayaklanmasında Selçuklulara yardım etmişlerdir. 1243 Kösedağ
bozgunundan sonra artan Moğol baskısı karşısında Germiyanoğulları
1260'ta göç ederek Kütahya yöresine yerleşmiştir.
1277'de Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasıyla Kütahya ve yöresi
Germiyanoğullarfnın payına düşmüş, hızla gelişen Germiyanoğlu Beyliği,
Batı Anadolu'nun en güçlü beyliği olmuştur. İlk beylerinin Alişir olduğu
bilinmektedir. Alişiroğlu I. Yakup 1300'de bağımsızlığını ilan ederek
Kütahya'yı başkent yapmıştır. 1340'ta yerine geçen oğlu Mehmet Bey
döneminde gelişimini sürdüren Germiyanoğlu Devleti'nin başında 1361'de
Süleyman Şah görünmektedir. Bu dönemde Osmanlı Sultanı I. Murad'ın
Vacidiye Medresesi
oğlu Bayezid'e kızını veren Süleyman Şah, Kütahya, Simav, Emet ve
Tavşanlı'yı kızı Devlet Hatun'un çeyizi olarak Osmanlılar'a vermiştir.
(1381) Yıldırım Baye-zid 1389'a kadar Kütahya'da valilik yapmıştır.
Süleyman Şah, Kula'ya çekildikten sonra 1387'de ölmüş, yerine oğlu II.
Yakup Bey geçmiştir. Germiyanoğulları Beyliği II. Yakup'un vasiyeti
üzerine 1429'da Osmanlılara katılmıştır.
Kütahya'daki Germiyanoğlu eserleri arasında bugün Çini Müzesi olan II.
Yakup İmaret Külliyesi, şimdi Arkeoloji Müzes olan Umur-Bin Savcı
Medresesi ile İshak Fakih Camii ve Medresesi sayılabilir. Germiyan
oğulları döneminde Yıldırım Bayezid'in Kütahya Valiliği sırasında
yapımına başlanan Ulu Camii XV. Yüzyılda Musa Çelebi döneminde
tamamlanmıştır.
8. OSMANLILAR DONEMİ :
1429'da Germiyanoğlu II. Yakup'un vasiyeti ile Osmanlılara geçen Kütahya
bu dönemde bir sancak merkezidir. 1451'de Anadolu Beylerbeyliği'nin
merkezi olan Kütahya'da Kanuni'nin oğulları Şehzade Bayezid (1542-1558)
ve (Sultan II.) Selim (1558-1566) valilik yapmışlardır.
1511'de Safavilerin Anadolu'da yaptıkları bölücülük sonucunda çıkan
Şahkulu ayaklanması Kütahya'ya kadar yayılmıştır. 1833'te Mısır Valisi
Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın Kütahya'yı işgali ve
aynı yıl imzalanan Kütahya Antlaşması ile şehri terk etmesi dönemin
kayda değer olaylarıdır. Kütahya Osmanlı mimarisinin güzel örnekleriyle
donatılmış, çeşme, köprü,
cami, medrese, han ve hamamlarla imar edilmiştir. Selçuklulardan bu
yana devam eden çini sanatı bu dönemde en parlak devrini yaşamıştır.
Dünya tarihinin devlet gözetiminde yapılan ilk toplu iş sözleşmesi,
Fincancılar Esnafı Anlaşması adıyla 13 Temmuz 1766 tarihinde
Kütahya'da imzalanmıştır.
1849'da Osmanlı Devleti'ne sığınan Macar bağımsızlık hareketinin önderi
Lajos Kossuth ve beraberindeki 56 mülteci, 1850-1851 yıllarında
Kütahya'da konuk edilmiştir. Lajos Kossuth'un Kütahya'da kaldığı ev
1982 yılında müze haline getirilmiştir.
1867'de Hüdavendigar Vilayetine bağlı bir sancak merkezi olan Kütahya, 8 Ekim 1923'te vilayet olmuştur.
9. MİLLİ MÜCADELE VE CUMHURİYET DÖNEMİ:
Kütahya'nın Milli Mücadele tarihimizde çok önemli bir yeri vardır.
Cumhuriyetimizin kurulması için verilen bağımsızlık mücadelesinin en
önemli safhası ilimiz sınırları içerisinde yaşanmıştır.
I. Dünya Savaşı sonunda itilaf devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması
hükümlerine dayanarak Anadolu'yu işgale başladılar. İşgaller karşısında
milleti ve memleketi savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarının
endişesine düşerek gerekli tedbirleri almamışlardı.Ordunun elinden
cephanesi alınmış, itilaf devletleri türlü vesilelerle yurdun çeşitli
bölgelerini işgale başlamışlardır. İtilaf donanması İstanbul'da;
Fransızlar, Adana'da; İngilizler Urfa, Maraş, Samsun ve Merzifon'da;
İtalyanlar, Antalya ve Güneybatı Anadolu'da bulunuyorlardı. 15 Mayıs'ta
itilaf devletlerinin izni ile Yunan ordusu İzmir'e çıkmıştır. Bu durum
karşısında Türk milleti tarih boyunca gösterdiği "millet olma bilinci"
içerisinde işgallere karşı Kuva-i Milliye hareketini başlatmıştır.
Kütahya'da Milli Mücadele 20 Eylül 1919 günü başlamıştır. Binbaşı İsmail
Hakkı, Yüzbaşı İsmet, Yüzbaşı Süleyman ve Mülazım Tahsin Beyler
Kütahya'ya gelerek Kuva-i Milliye Teşkilatını kurmuşlardır. Teşkilatın
başına Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Nüzhet Bey seçilmiştir. İsmail
Hakkı Bey Komutasında oluşturulan 350 kişilik bir müfrezenin
İngilizleri Kütahya'dan çekilmek zorunda bırakması Kütahya'da Milli
Mücadelenin ilk başarısıdır.
Kütahya'da, Milli Alayı kurmayı başaran (Prişti-neli) İsmail Hakkı Bey,
Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa tarafından Kütahya Milil
Alayı Kumandanlığıma atanmıştır. İsmail Hakkı Bey Pozantı Kongresi'nden
dönmekte olan Mustafa Kemal Paşa'ya Afyon'da bulunduğu sırada telgraf
çekerek Kütahya'ya "Milli Alayı" denetlemesi için davet etmiştir.
6 Ağustos 1920 tarihinde Kütahya'ya gelen Mustafa Kemal Atatürk, Milli
Alayı denetlemiş ve Kütahya'dan ayrılırken Kütahya Mutasarrıfı Sait
Bey'e kendi el yazısıyla takdirname vermiştir.
Kütahya Milli Alayı, Milli Mücadele yıllarında önemli görevler
üstlenmiş, işgal yıllarında büyük yararlılıklar göstermiştir. 10
Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması sonrasında Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin antlaşmayı tanımadığını ilan etmesi üzerine işgal
hızlanmış, Yunanlılar 13 Temmuz'da Altıntaş'a, 14 Temmuz'da
Tavşanlı'ya, 17 Temmuz'da Emet, Simav ve Kütahya'ya 3 Eylülde Simav'a, 5
Eylülde Gediz'e girmişlerdir. 28 Temmuz 1921'de Kütahya'ya gelen
Yunan Kralı Konstantin Savaş Konseyini burada toplayıp Ankara üzerine
yürüme kararı çıkartmıştır.
Yunan Ordusunun bu ilerleyişi karşısında Türk Ordusu, Sakarya'da
Başkomutan Mustafa Kemal komutasında dünya savaş tarihinde örneği
görülmeyen bir taktikle büyük bir zafer kazanmıştır.
Sakarya'da durdurulan düşman ordusunu tamamen yurttan atmak amacıyla
bir yıl kadar süren hazırlık döneminden sonra 26 Ağustos 1922 tarihinde
Başkomutan Mustafa Kemal Büyük Taarruzu başlattı. Bu çarpışmalar
sırasında Türk askeri, tarihimizin her döneminde görülen kahramanlık ve
fedakarlıklarına yenilerini ekledi. 57. Tümen Komutanı Albay Reşat
(Çiğiltepe) Bey'in Çiğiltepe'nin alınmasının yarım
saat gecikmesi üzerine görevini yerine getirememenin üzüntüsü ile
kendisini vurması, bu anlayışa örnek teşkil eder. Zaferden sonra buraya
Albay Reşat Çiğiltepe Anıtı yapılarak anısı ölümsüzleştirilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Taarruzu bizzat cephede idare ederek üstün
askerlik vasıflarını göstermiş ve her zaman askerinin yanında Türk
ordusuna büyük moral ve destek olmuştur.
30 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal'in Zafertepe'den bizzat
yönettiği meydan muharebesinde Allıören, Keçiler, Kızıltaş Deresi
yolunun iki yanında Yunan birlikleri tamamen sarılmış ve imha
edilmişlerdir. Kızıltaş Deresi bölgesinde açık kalan alandan bazı Yunan
birlikleri ve General Trikopis, General Diyenis ve bir çok Yunan
komutanı kaçmışlardır.
Başkomutan Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak Paşa Çalköy'de
yıkık bir evin avlusunda kırık bir kağnı arabasının üzerinde durum
değerlendirmesi yaparak Yunanlıların yeniden savunma düzenine geçmesini
önlemek ve Yunanlıları mağlup etmek için İzmir'e girmek görüşüne
varmışlardır. Mustafa Kemal burada Batı Cephesindeki tüm subay ve erlere
okunmak üzere bir bildiri yayınlamıştır.
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, Afyonka-rahisar-Dumlupınar büyük
meydan muharebesinde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını
inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve seçkin
ulusumuzun fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtladınız. Sahibimiz
olan büyük Türk ulusu geleceğine güvenmekte haklıdır. Savaş
alanlarındaki başarı ve fedakarlıklarınızı yakından görüp izliyorum.
Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin
arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getireceğim. Ödüllendirme
için Başkumandanlığa öneride bulunulmasını, Cephe kumandanlığına
büyürdüm: Bütün arkadaşlarımın, Anado-
lu'da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önünde
bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin
kaynaklarını kullanarak, yarışmayı bütün gücüyle sürdürmesini talep
ederim. Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz'dir, İleri!"
Böylece Kütahya 30 Ağustos Zaferi ile düşman işgalinden kurtarılmış,
bunu 1 Eylülde Gediz, 3 Eylül'de Emet ve Tavşanlı'nın kurtuluşları
izlemiştir.
9 Eylülde İzmir'de Yunan ordusunu denize döken Türk ordusu Mustafa Kemal'in emrini büyük bir başarı ile yerine getirmiştir.
KRONOLOJİK KÜTAHYA TARİHİ
M.Ö.(1800-1200)
Hitit Dönemi,
M.Ö.(1460-1200)
Assuva Konfederasyonu içinde Kütahya,
M.Ö.(1200-676)
Frigler Dönemi,
M.Ö.(607-546)
Lidya Dönemi,
M.Ö.(546-334)
Persler Dönemi,
M.Ö.(334-281)
İskender Dönemi,
M.Ö.(281-133)
Bergama Dönemi,
M.Ö.(133)-M.S.(395)
Roma Dönemi,
M.S. 395
Bizans Dönemi’nin başlaması,
M.S. 8.yy
Kütahya Kalesi’nin inşası,
1078
Kütahya’nın Selçuklularca alınması,
1097
Haçlıların Kütahya’yı alıp Bizanslılara bırakması,
1182
Kütahya’nın yeniden Selçuklulara geçmesi,
1197
Kütahya’nın Bizanslılarca geri alınması,
1233
Kentin kesin olarak Selçukluların eline geçmesi ve Kütahya Kalesine ilaveler yapılması,
1260
Germiyanoğlu Aşiretinin Kütahya’ya yerleşmesi,
1277
Kütahya’nın Germiyanoğullarına ikta olarak verilmesi,
1300
Germiyanoğlu Devleti’nin kuruluşu,
1314
Umur-Bin Savcı Medresesi’nin yapılması,
1381
Germiyanlı Devlet Hatun’un Yıldırım Bayezid ile evlenmesi,
1381-1389
Yıldırım Bayezid’ın Kütahya Valiliği,
1390
Yıldırım Bayezid’ın Germiyanoğlu Devletine son vermesi,
1402
Timur’un Germiyanoğlu Devleti’ni tekrar canlandırması,
1410
Yıldırım Bayezid’ın yapımını başlattığı Ulu Camii’nin tamamlanması,
1411
II. Yakup İmaret Külliyesi’nin yapılması,
1429
Germiyanoğlu II. Yakup’un ölümü ve vasiyetiyle topraklarının Osmanlılara geçmesi,
1451
Anadolu Beylerbeyliği Merkezi’nin Kütahya’ya taşınması,
1511
Şahkulu Ayaklanması,
1542-1558
Şehzade Bayezid’ın Kütahya Valiliği,
1558-1566
Sultan II. Selim’in Kütahya Valiliği,
1766
Fincancılar Esnafı Anlaşması,
1833
Mısır ordusunun Kütahya’yı işgali,
1850-1851
Lajoss Kossuth’un Kütahya’da misafir edilmesi,
10.09.1885
İlk telgrafın çekilmesi,
1892
Demiryolunun gelmesi,
1905
Kütahya eski Hükümet Konağı’nın yapılışı,
20.09.1919
Kütahya Kuva-i Milliye Teşkilatının kurulması,
21.07.1920
Kütahya Milli Alayı’nın Kuruluşu,
06.08.1920
Atatürk’ün Kütahya’ya İlk Gelişi,
03.09.1920
Simav’ın işgali,
05.09.1920
Gediz’in işgali,
05.01.1921
Gediz’in Çerkez Ethem’den alınması,
13.07.1921
Altıntaş’ın işgali,
14.07.1921
Tavşanlı’nın işgali,
17.07.1921
Kütahya’nın işgali,
28.07.1921
Yunan Kralı Konstantin’in Kütahya’ya gelmesi,
30.08.1922
Dumlupınar Meydan Muharebesi Kütahya’nın Kurtuluşu s:18.00,
01.09.1922
Gediz’in Kurtuluşu,
03.09.1922
Emet ve Tavşanlı’nın kurtuluşu,
24.03.1923
Atatürk ve Latife Hanımın Kütahya’yı ziyaretleri,
08.10.1923
Kütahya’nın il olması,
30.08.1922
Atatürk’ün Dumlupınar’a gelişleri,
1926
Kütahya’ya ilk elektrik verilmesi,
1926
Sümerbank Kiremit Fabrikası’nın Açılması,
23-24.01.1933
Atatürk’ün Kütahya’yı ziyaretleri,
21.06.1934
Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi’nin Alayunt İstasyonu’nda dinlenmeleri,
24.11.1954
Kütahya Şeker Fabrikası’nın açılması,
1956
Tunçbilek Termik Santralı’nın üretime başlaması,
1958
SLİ Termik Santralı’nın üretime başlaması Emet Etibor İşletmeleri’nin Açılması,
27.10.1961
TÜGSAŞ (Azot) Fabrikası’nın açılması,
1976
Kütahya Manyezit Fabrikası’nın açılması,
1981
Gümüş Fabrikası’nın açılması,
1992
Dumlupınar Üniversitesi’nin kurulması.
15 Temmuz 2011 Cuma
Anamur / Mersin
Adını rüzgarlı burun demek olan Anemurium Antik Kenti'nden alan Anamur
ilçesi Akdeniz Bölgesinde Mersin iline bağlı şirin bir ilçedir.
Anem=Burun, urium=Rüzgar demektir.Anemurium antik kenti tarihe meydan
okurcasına dimdik ayakta durmaktadır.İlçe Antalya-Mersin E-24 karayolu
üzerinde yer alır. Nüfusu son sayıma göre 50.000 dir.
Halk, turizmin pek gelişmemiş olması nedeniyle genellikle tarımla
uğraşır. Bilindiği üzere Türkiye'nin en kaliteli muzları da ilçe de
yetişir. Bunun yanında çilek üretiminde de epeyi ilerleme sağlanmış ve
halkın geçim kaynağı haline gelmiştir.Aynı zamanda tropikal bitkilerin
de yetiştirilmesine başlanılmıştır.
Sözgelimi, Papaya, Avakado, Kahve, Ananas bunlardan birkaç tanesidir.
İlçede belli başlı turistik tesisler bulunmaktadır. Turizm
açısından pek gelişememiştir. İlçeye ulaşımın karayolu ile yapılması ve
karayolunun da çok virajlı olması ilçeye gelen yabancı turist sayısını
azaltmaktadır.
Deniz ulaşımı şu anda bulunmamaktadır. Sadece Akdeniz'den geçen özel yatlar limana uğramaktadırlar.
Sakin bir yer olması, tertemiz bir denizin olması, sayısız tarihi
eserlerin olması ve en önemlisi de diğer turistik bölgeler gibi
sahillerin birtakım kişilerin elinde olmamasından dolayı tercih edilen
bir tatil beldesidir.Anamur ilçesi pek tanınmasa da görülmeye değer bir
ilçedir.
İlçeye ulaşım çok kolaydır. İstanbul ve Ankara'dan direk olarak her
gün karşılıklı otobüs seferleri bulunmaktadır. Bunun yanında Antalya'dan
4.5 saat mesafede, Mersin'den yine 4.5 saat mesafede olup, her iki
ilden her gün sayısız otobüs ile ilçeye ulaşmak mümkündür.
Kısacası Anamur virajlı yolları da olsa(bu yollarda manzaraya
doyamayacaksınız,) kendini pek tanıtamasa da bakir güzellikleri ile,
tarihi eserleri ile, alabalık çiftlikleri ile, eşsiz denizi ve sahilleri
ile görülmeye değer şirin bir ilçedir. Eğer yolunuz Akdeniz' e düşerse
üşenmeyin Anamur'a da bir uğrayın deriz.
İnanın pişman
olmayacaksınız...
9 Haziran 2011 Perşembe
4000 yıl önce varolan yeraltı kentleri: Kapadokya
Temel neden tartışılmaz olarak korkudur çünkü yeraltı kentleri içine girilmesi çok zor olsun diye yapılmışlardır, bu yüzden de uzun zaman fark edilmediler.
1 Haziran 2011 Çarşamba
Oylat Kaplıcaları
Sislerin ardındaki şifa kaynağı: Oylat Kaplıcaları
İnegöl'ün harika kaplıcalarını gittiniz mi? Bu yazıdan sonra belki de ilk işiniz bu olacak.
Oylat yazın başka güzel kışın başka... Ama sonbaharda her yer usta bir ressamın yağlıboya tablosunu andırıyor. Kaplıcasında binbir türlü hastalığa şifa arayanların uğrak kapısı olan Oylat'a gelmek için ille de hasta olmayı beklemeyin. Tertemiz havasını soluyarak yürüyüşler yapıp kuş seslerini dinlemek, çağlayanların köpüklerini seyredip büyülü bir dünyanın huzurunu yakalamak için de Oylat'a gelmek gerekiyor.
Her mevsime uygun gezi durağımız, şifalı doğasıyla Bursa'nın İnegöl ilçesine bağlı Oylat. Oylat deresinin çağlayanlar meydana getirerek geçtiği vadi, çam, gürgen, meşe, kestane, ıhlamur, kavak, çınar ağaçları ile kuşburnu ve böğürtlen bitkilerinden oluşan ormanla bütünleşiyor.
İlkbaharda yer gök kır çiçekleri ve menekşelerle kaplanırken, sonbaharda her yer yağlıboya tablo görünümüne bürünüyor. Kışın ise beyaz örtüsüyle anlatılmaz güzellikteki doğayı varın siz hayal edin.
İki tarafı vadilerle çevrili yamaçta kurulu kaplıcalar mevkii, sırtını Uludağ'ın devamına yaslamış. Kaplıca suyu, uzun sürede getirdiği kalsiyum karbonatlı ve kalsiyum sülfatlı sularla "çökelek" meydana getirip kaplıcanın bulunduğu terasları oluşturmuş.
Başı dumanlı "Sivri Kaya Tepesi" ile kaplıcalar arasında bulunan kanyon görünümlü vadi sürekli taze hava koridoru yaratıp oksijen pompalıyor.
Bu arada yaprak kaplı bir zemin, toprak kokulu tertemiz bir hava ve ötücü kuşların de ortama eşlik ederken, hiç dinmeden gürül gürül akan su, çağlayanların coşkulu sesine dönüşerek sizi büyülü bir dünyaya taşıyor.
Oylat yakınlarındaki Saadet köyünde bulunan para ve kalıntılardan kaplıca kullanımının Romalılar zamanına kadar uzandığı anlaşılıyor. İnşa tarzının Roma hamamlarına benzerlik göstermesi günümüze gelen sarnıç ve küpler Oylat kaplıcasının Romalılarca kullanılmış olduğunu doğruluyor. Osmanlı döneminde de yararlanılan Oylat Kaplıcası'nın bir de efsanesi var: Bizans İmparatorluğu zamanında bölgeye hakim tekfurun kızı çare bulunmaz bir hastalıktan yatağa düşer. Aciz kalan bilgiçler tahammülsüz ızdıraplar içindeki kıza son bir şans verip biraz daha göz önünden uzaklaştırmak için Oylat'a getirerek "öl-yat" deyip bırakırlar. Bu suda her gün yıkanan kız, eski sıhhatine kavuşup babasının sarayına dönünce, Oylat o günden sonra şifa kaynağı olarak kullanılır.
Efsane böyle. Ama gelin şimdi de olaya bilimsel açıdan bakalım.
Maden Tetkik Arama Enstitüsü, ülkemizin tabii servetlerinden olan ılıca ve maden sularının tahlilini daha modern cihazlarla yapıyor. Profesör Kerim Çağlar'ın son tahliline göre Oylat kaplıca suyunda kalsiyum, sodyum, magnezyum, potasyum, demir alüminyum katyonları sülfat, hidrokarbonat klorür, nitrat, hidrofosfat, hidroarsenat, meta silikat asidi, serbest karbondioksit gibi anyonlar bulunmakta. Radyoaktivitesi 10, eman reaksiyonu (PH) 7,3 olan suda bir miktar da krom bulunuyor. Bu özellikleri itibarı ile Oylat Kaplıcası sıcak, (Hipertermal) oligometalik kalsiyum sülfatlı ve radyoaktif sular gurubuna giriyor.
Nefesimizdeki kaplıca
Oylat Kaplıcası'nın akan suları radyoaktivite ve diğer şifalı unsurları ile radyum emanosyonu (rodon) halinde ormanın temiz havasına yayılıyor. Böylece kaplıca yalnız banyo olarak değil teneffüs yoluyla da vücudumuza giriyor. Yarım saatte kandaki seviyesi teneffüs edilen havadaki miktarla eşitleniyor.
Suyla olduğu kadar iklim tedavisi de gösteren Oylat Kaplıcası; nevralji, nevrit, siyatik, meralji, parestezik intelkoskal nevralji ve oksipital nevraljilere iyi geliyor. Ağrılı sinir hastalıkları, romatizma, çocuk felcinin yanı sıra pek çok hastalık da, banyo ve su içi masajlarda şifa bulabiliyor. Vücut hücrelerinin faaliyetini kamçılayıcı su, iç ifrazatı arttırıcı etkilerlerle üç haftalık tedavilerde kişiye enerji ve zindelik kazandırıyor.
Kaplıcadan yararlanmanın 10 altın kuralı:
1- Kaplıca tedavisi öncesi doktor kontrolü yapılmalı.
2- Kaplıca kürü en az 15, en çok 20 banyo olmalı.
3- Günde sadece bir banyo alınmalı.
4- Banyo suyunun ısısı 37-38 dereceyi geçmemeli.
5- Banyoda kalış süresi 15 dakikayı aşmamalı.
6- Banyo sonrasında 45 dakika yatıp dinlenilmeli.
7- Tok karnına banyoya girilmemeli ve en uygun zaman olan sabah tercih edilmeli.
8- Kaplıca kürü süresince ağır, etli, hamur ve yağlı yememeli. Bol meyve, taze sebze, ızgara, haşlama ve az yağlı yemeli.
9- Kaplıca dışındaki zamanlarda yürüyüş ve egzersiz yapılmalı.
10- En iyi program doktorun tavsiyesini uygulamak olmalı.
Not: Sağlık amaçlı gelenlere, tedavinin etkisini azaltmamak için suyun vücudun üzerinde kalması öneriliyor. Bu nedenle fazla sabunlanmaması tavsiye ediliyor.
19 Mayıs 2011 Perşembe
Fatsa / Ordu
Hiç yolunuz düştü mü Fatsa'ya acaba? Fatsa oldukça güzelleşti son yıllarda. Gitmeli, görmeli dediğimiz bir yer oldu. Şirin bir Karadeniz ilçesi Fatsa'ya bekleriz.
15 Mart 2011 Salı
Kapadokya-Gizemler şehri
Anadolu´nun Altı Oyuk mu?
Yeraltı kentlerini kim, neden yaptı? 85 m. derinlik, çağdaş bir havalandırma sistemi, binlerce kişinin yaşayabileceği bir kompleks, mükemmel bir savunma sistemi; Ve bunların ne zaman, niçin yapıldığı belli değil. Orta Anadolu´da Nevşehir, Niğde Aksaray yörelerinde yüze yakın yeraltı kenti, tüneller ve mağralar bulunmaktadır yani bu yöremizin altı karıncaların yuvalarına benzer.
10 Şubat 2011 Perşembe
Yedigöller - Bolu
Yedigöller, İstanbul'dan yaklaşık dört buçuk, Ankara'dan ise üç saat uzaklıkta yemyeşil bir bölge. Ama bu doğa harikasına varmak için bu sürenin yaklaşık 1,5 saatini çok bozuk bir orman yolunda geçirmeyi göze almanız gerekiyor.
İstanbul'dan Yedigöller'e gitmenin en kolay yolu, ücretli otoyoldan ve Bolu şehir merkezi üzerinden. Bolu'ya geldikten sonra Yedigöller tabelalarını takip etmeniz gerekiyor.
Ankara'dan gelenlerin ise otoyoldan Yeniçağa sapağından girip, Mengen üzerinden gitmeleri daha kolay.
Biz giderken Mengen yolunu tercih ediyoruz. Yeşilin her tonunun içinde yolculuk ederken, yol kenarında Türkiye'yi karavanla dolaşan Hollandalı bir çifte rastlıyoruz.
Yedigöller yolunda mola veren çift, dere kenarında ellerinde kitapları huzurlu ortamın tadını çıkarıyor. Biraz ısındıktan sonra da dereye gitmeyi planlıyorlar.
Biz biraz sohbet edip, Hollandalı çifti kitapları ile başbaşa bırakarak yolumuza devam ediyoruz.
Yedigöller Milli Parkı, 550 hektarlık bir alan. Vadiler arasındaki Büyükgöl, Seringöl ve Nazlıgöl gibi 7 tane göl, çeşit çeşit ağaçlarla çevrili.
Yedigöller 1965 yılından beri milli park olarak koruma altında, çünkü yaklaşık 200'ün üzerinde bitki ve onlarca hayvan türüne ev sahipliği yapıyor.
Yedigöller'in çevresindeki 47 bin hektarlık alan yaban hayatı koruma sahası. Geyik, karaca ve kurt gibi hayvanlar için özel alanlar tahsis edilmiş. Bu bölge ayrıca Türkiye'nin en güzel karışık doğal ormanlarından biri.
Milli parkta piknikçiler için ayrılmış ahşap masalar ve barbekü bölmeleri var. Ancak yiyecek ve içeceklerinizi mutlaka yanınızda getirmeniz gerekiyor.
Yedigöller'de bazı belirlenen alanlarda kamp yapma imkanı bulunuyor. Ayrıca konaklamak isteyenler de bungalow tipi evleri tercih edebiliyor.
Kampçılar buraya çadırları ve oltalarıyla geliyor. Deringöl ve Büyükgöl'de balık tutmak serbest. Ancak bu balıklar gölün doğal ortamında yetişmiyor. Yedigöller Alabalık Tesisleri'nde üretilip, oltacılık yapmak isteyenler için göle bırakılıyor.
Eğer tüm erzağı yanınızda getirirseniz, Yedigöller'in içindeki bungalowlarda doğayla başbaşa bir haftasonu geçirebilirsiniz. Bunun için Orman Bölge Müdürlüğü'nden yer ayırtmanız gerekiyor. Gecelik ödemeniz gereken ücret ise 50 YTL. Ancak bölgenin hemen hiçbir yerinde cep telefonlarının çekmediğini de hatırlatalım.
Yedigöller'den dönüşte Bolu şehir merkezinden geçen yolu tercih ediyoruz. Mengen yoludan daha kısa olsa da keskin virajlar ve kötü orman yolu biraz insanın tadını kaçırıyor.
İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz ama Yedigöller pek öyle günübirlik gelinebilecek bir yer değil. Bu yüzden Bolu'da bir gece konaklamak iyi bir fikir olabilir. Biz de yol üzerinde Yurdaer Otel'de bir mola veriyoruz.
Yurdaer Otel bildiğiniz otel ya da restoran konseptlerinden çok farklı, son derece özgün bir yer. Zaten burası bir mutfak sanatları merkezi. Aynı zamanda ressam ve gurme olan Yurdaer Bey'in resimleri otelin her yanında görülebiliyor. Zaten buraya da sanatseverler ve Türk mutfağını tanımak isteyenler geliyor. Amaç unutulmuş Türk mutfağını yaşatmak. Ticari bir kaygıları yok.
Yurdaer Otel 53 odasıyla konaklamak isteyenlere de hizmet veriyor. Ama daha da önemlisi burada, unutulmuş ve yaşayan binlerce Türk yemeğini gerçek tadı ile tatma imkanınız var. Biz de misk-i amberli demirhindi şerbeti ile başlayan ve kahkuleli kahve ile biten nefis yemekleri tatıktan sonra bu leziz yiyeceklerin tadı damağımızda yola koyuluyoruz.
6 Ocak 2011 Perşembe
Didim ve Lucifer ilişkisi
Antik Yunan´da ve İyonya´da (Batı Anadolu) "Orakl" merkezleri birçok yerdeydi. Fakat daha önce mitolojiye bir göz atmak yararlı olacaktır. Apollon, en büyük tanrı olan Zeus ile sevgilisi Leto´nun oğludur, Zeus´un kıskanç karısı Hera´dan kaçan Leto, Delos Adası´ndaki Kynthos Dağı´na gelir ve orada Apollo ile kızkardeşi Artemis´i doğurur. Mitlere göre doğum esnasında, göklerden altın pırıltılı yağmurlar yağmış, güller açılmıştır. Apollon, ışığın tanrısıdır, ona "Phoibos" yani "ışıldayan" veya "ışığı getiren" olarak da tanınır; burada ezoterik anlamda Apollo´nun Şeytan´ın majikal tanımı olan "Lucifer" ile özdeşleştiği farkedilir. Apollo´nun ve Lucifer´in ışığı ya da daha uygun tanımla bilgiyi vermesi, özde saklı olan sembolizmanın ifadesidir. Ve Apollo aynı zamanda da kehanetlerin tanrısıdır, üstteki sembolizmadan yola çıkarak geleceğin bilgisinin insana verildiği noktasına ulaşırız ve o zaman da pagan inançlara karşı doğan tek tanrılı semavi dinlerin kehanetlere neden karşı çıktığı anlaşılır. Tüm pagan kültürü ve gelenekleri yok etmek zorunda olan günümüzde yaşayan üç büyük semavi din ve onların uzantısındaki inançlar doğal olarak gelecekten haber vermeyi şeytansı tanımlamışlar ve korkutarak yasaklamışlardı. Apollo, kehanetlerin babasıydı ve "Orakl" merkezleri onun adına ve onurunaydı. Delphi, Claros ve Didima bunların en önemlileri ve etkin olanlarıydılar. Didima ya da "Didymaion" sözcüğü "ikiz" anlamına gelir, ikiz kardeşleri yani Apollo ile Artemis´i kasdetmektedir.
Didim´de 25 metrelik dev apollo
25 Metrelik Apollo Heykeli
Didima´daki Apollon Tapınağı, bugün Aydın ili hudutları içinde Söke kazasına bağlı Yenihisar (Yoran) köyü mevkiidir. Tapınak, antik çağlarda Miletos´un yaklaşık 19 km. güneyindeydi. Bilindiğine göre, şimdiki Tapınağın bulunduğu yerde ünlü İyonya göçünden ve Miletos kentinin kuruluşundan önce de eski bir tapınak vardı. Arkaik Dönem´den kalan bu eski Apollo Tapınağı, krallar tarafından hatta Lidya Kralı Krezüs tarafından da ziyaret edilmişti. İlk inşaatın MÖ 8. Yüzyıl´da yapıldığı ve yaklaşık MÖ 560´larda şimdiki büyük tapınağın tasarımlandığı Alman arkeologlar tarafından ileri sürülmektedir. MÖ 5. ve 6. Yüzyıllar´da, Tapınağın etkisi azalmaya başladı. 5. Yüzyıl´da Persler Batı Anadolu´ya yani İyonya´ya geldiler. Tapınak, çevresindeki yerleşim alanı ve içerde bulunan bronzdan yapılma dev Apollo heykeli (Bronz Apollo heykeli, 25 metre yüksekliğindeydi ve çatısız iç avluda "Cella" duruyordu, çevresi mitolojik yaratıklarla süslenmişti.) Pers Kralı Darius tarafından yok edildi. Tapınak 180 yıl boyunca harabe olarak kaldı. Büyük İskender´in Persleri kovmasının ardından yeni bir yükseliş dönemi başladı. İskender Tapınağın yeniden yapılması emretti, sonra Suriye Kralı I. Sleukos, Persler´in kaçırdığı Apollo heykelini Tapınağa geri getirtti. MÖ 300´de günümüzdeki Tapınak, Efesli Paionias (Artemis Tapınağı´nın mimarlarındandı) ve Miletos´lu Daphis tarafından inşa edilmeye başlandı.
Didim´deki Tapınak inşaatının sonu
Ama proje çok büyük tutulmuştu, bu nedenle de tamamlanamadı, inşaat MS 200´lerde dahi bitmemiş, geçen beş yüzyıla rağmen sonuca ulaşılamamıştı. Roma İmparatorları´nın desteğine rağmen yine de inşaat tamamlanamadı, bugün dahi inşaatın eksiklikleri görülmektedir (traş edilmemiş taşlar, yivsiz sütünlar ve ücretini alamamış taş ustalarının imzalarının durması gibi..). Tapınak düz bir alan üzerinde değildir, bu nedenle yapı zaman içersinde kaymış ve bu nedenle de ön kısmına yay biçiminde bir takviye duvarı yapılmıştı. Temeller, depremlere karşı ızgara biçiminde yerleştirilmişti. Yapının ölçüleri 109.34 x 51.13 metre olarak tahmin edilmektedir. Toplam 112 sütun bulunuyordu (Bazı uzmanlara göre 124 sütün vardı). Ön girişte görülen 7 yüksek basamaklı, 3.5 metre yüksekliğindeki kaide (krepis), hem Hellenistik bir evrimin simgesi, hem de çukurda kalan o bölümü yükseltmek içindi. Tapınağın en çarpıcı yeri kuşkusuz önünde 1.45 m. yüksekliğinde bir eşik bulunan dev kapıdır. Bu büyüklük, mimari bir nedene dayanmıyordu, dini bir amaçtı ve bir kehanet merkezi olması etkindi. Tapınak, MS 200´lere kadar yarı inşa edilmiş haliyle kullanıldı; Hıristiyanlığın yayılması ve çok tanrılı inancın çökmesiyle içine bir kilise yapıldı ama bir yangın sonucunda tüm yapı zarar gördü. MS 395´de İmparator Theodosius; "tüm kehanetleri boş iş ve umut" ilan ederek yasakladı. "Orakl"ın sonu gelmişti. Bizans döneminde askeri garnizon olarak kullanıldı ve ikinci bir yangın yaşandı. 1493´deki büyük deprem tapınağa çok zarar verdi. Ve bundan sonra tamamen terk edildi; ta ki 18. Yüzyıl´a kadar... Tapınak´tan ilk kez ünlü gezginler Texier ve Nevton söz ettiler; 1858´de İngilizler, 1872´de Fransızlar çalışmalar yaptılar. 1904´ten sonra Wiagand başkanlığındaki Alman ekibi Tapınağı şimdiki haline getirdi.
Kutsal yürüyüşün hikayesi
Didima, bazı uzmanlara göre en büyük ve en tanınmış "Orakl" tapınağıdır. "Orakl", Claros´da olduğu gibi kadın kahinler ya da "Orakl" rahibeleri tarafından "Hexametrik" olarak yani altı mısralık şiirlerle verilirdi. Ziyaretçiler, "Orakl"a ulaşmak için önce kutsal yolu geçmek zorundaydılar. Didima´ya gelen ziyaretçiler rahiplerin yönetiminde ayinler yaparlar, alaylar oluştururlar, geceleri meşalelerle yürüyüşler yaparlardı. Kutsama dönemlerinde Miletliler o zaman liman olan Panormas limanına gelirler, dört kilometrelik taş yolu (son iki kilometresi heykellerle süslüydü) şarkılar söyleyerek (Paion: Kutsal şarkılar) yürürler ve Tapınağa ulaşırlardı. Bu yürüyüş dört gün sürerdi. Miletos´da bulunan MÖ 200´den kalma bir yazıtta törenlerin her yıl Nisan-Mayıs aylarında yapıldığı anlaşılmaktadır. İskender döneminde, yaklaşık aynı dönemler yılbaşı olarak kabul edilmişti. Tapınağın yapıldığı yerde muhakkak bir kutsal orman bulunmalıydı ve o zamanlarda vardı. Tapınağa ince dallı ağaçların örttüğü bir yoldan ulaşılır, dev sütünların arasından geçilerek, çok büyük bir avluya girilirdi. Bu tarz, şu anda Didim´de görülmektedir. "Orakl" Rahibeleri, bakireydiler, sürekli olarak kendilerini temizlerler ve tanrısal sözcüklere her an hazır olmak için perhiz yaparlar veya oruç tutarlardı. Didim Tapınağı´nın iç avlusunda, rahibelerin yaşadıkları bölmeler görülür, iç avlunun üstü açıktır ve buranın üstünün açık olması gelenekseldi. Claros´da olduğu gibi, Didim´de de iç avluda "vahiy" yani esinlenme ayinleri yapılırdı. Rahibelerin taşıdıkları asaların tanrılar tarafından verildiğine inanılırdı. "Orakl" yani Rahibe, silindir şeklinde döner bir taş bloğa (buna Axon denirdi) otururdu. Axon, muhakkak iç avluda bulunan küçük bir kutsal kuyunun ya da yeraltı kaynağının yanında veya yakınındaydı. Rahibe, tanrıların esinini almak için, yeraltı suyundan yükselen buharı solur ve ardından "Orakl"ı anlatan mısraları söylemeye başlardı. Daha sonra "Orakl", dış avluda bekleyen dilek sahibine uygun görülen anda iletilirdi. Rahibeler, kapının arkasında yer alan ve ortasında iki sütünun bulunduğu salona alınan dilek sahiplerine gizemli mısraları söylerlerdi. Tapınağa ibadete ve dilek dilemeye gelen halk, içeri giremez, öndeki sunağın çevresine toplanırlardı. İçeriye ancak görevli rahipler ve Apollo rahibeleri girebilirlerdi. Öte anlamda, ölümlülerin fiziksel ve ruhsal olarak içeri girememelerinin nedeni, tapınağın bir ölümsüze ait olması demekti. İskenderiyeli Herons, Antik Çağ insanlarının, tanrıların ve tanrıçaların dev kapılarda göründüklerini yazar. Aslında tanrıların dev kapılarda görülmesi inancı çok eskidir, Mezopotamya´daki Kar-Tikuti, Ninurta´daki Asur, Babil´den kalma Borsippa-Nabut ve Ezida tapınaklarında böyle kapılar vardır.
Orakılların varoluş sebebi
İnsanların büyük çoğunluğu için "Orakl"lar gereklidir. Sosyolog Abbott; "Yunan Orakl´ları büyük bir toplumun binlerce yıllık ruhsal gereksinimlerini yansıtırlar." der. Günümüzdeki insanlarda olduğu gibi, o çağlarda da yaşamın gizemleri hakkında toplumun soruları vardı. Cevaplar, "Orakl"lar tarafından sağlanıyordu. Arkeo-araştırmacı Lane Fox; "Orakl müşterileri, bilmek ve tartışmak isteyen insanlardılar. Düşünce ve eylem konularında emin olmak istiyorlar ve yol gösterilmesini bekliyorlardı." şeklinde bir açıklama getirir. Antik Çağ yazarlarından Lactantius ise, Didim Apollo Tapınağı´nda "Orakl"a "Ruh, ölümden kurtulabilir mi?" sorusunun sorulduğunu ve "Evet, bunun anlamı eterde doğmaktır (zaman ve mekan dışında), orada ebediyen varoluş vardır." cevabının alındığını yazar. Eter, Latince bir sözcüktür ve evrenin üst düzeyini ifade eder. Ruhla ilgili bir diğer cevap ise; "Ruh bedende, acıya tahammül ederken, incinmez ve acıyı tolere eder. Beden yaşlanıp, solup ölürken ruh evrende sonsuz boşluklarda özgür kalır.." şeklindedir. Görüldüğü gibi, iki cevapta da benzerlikler vardır. İkisinde de ruhun evrende bir yerde bedenden kurtulduktan sonra özgür olarak ebediyen varolduğu yaklaşımı vardır. İnsanlar Tanrı´yı sorarlar; Tanrı kimdir ve nedir? "Orakl" bu sorulara şöyle cevap verir; "Ölümsüz tanrı, ilahidir, eterdedir, ölümsüzdür, değişmez, ebedi ve daima aynıdır." Burada da eter göndermesi görülür yani evrenin çok üst düzeylerinde tanrı ve ruh vardır. "Orakl"lara benzeri sayısız soru sorulmuş ve benzer cevaplar verilmiştir. Dikkat edilirse verilen cevaplar, günümüzün egemen üç semavi dininin öğretilerine ve inançlarına çok benzemektedir. Aynı sorular rahiplere, hahamlara veya imamlara sorulduğunda hemen hemen aynı cevaplar alınacaktır. Bu nedenle, birçok Hıristiyan din bilimcinin "Orakl"ları dinsel amaçlarla veya inançları doğrultusunda kullandıkları görülür. Böylece, "Orakl"ların çoğu, ilk Hıristiyanlar´ın yazılarında yer alarak, bizlere kadar ulaşabildiler.
Kehanet nedir?
Quintus Cicero´ya göre, kehanet geleceğin açığa çıkması ve olacaklar bilimidir, ulvi ve yararlıdır. İki tür kehanet vardır; birisi bir olayın kehaneti yapan tarafından gözlenmesidir, bu özendirici ve yapay bir öngörüdür ve de çok çeşitli yöntemler kullanılır. Cicero´ya göre öteki kehanet türü, doğrudan Apollo´dan doğal veya sezgi yoluyla ilham alınmasıdır. Antik çağlarda ve hatta daha öncelerinde, kuşlarla kehanet yapılırdı çünkü kuşlar gök sakinleriydiler ve tanrılara daha yakındılar, dolayısıyla tanrıların konuşmalarını duymaktaydılar. Rüyalar aracılığı ile geleceği tahmin etmek (Oniromansi), tüm Pagan inançlarda vardı ve hatta Bergama´daki Asklepion Şifa Merkezi´nde hastaların tedavisinde yöntem olarak kullanılmıştı. Filozof Aristotle, bir rüya yorumcusuydu, rüyaları yorumluyor ve günümüz psikologlarının kullandıkları gibi kullanıyordu. Yunan ve Roma dönemlerinde Serapis Tapınakları´nda rüya yorumlatarak, şifa verilmesi bir modaydı. Roma döneminde, yüzyıllar boyunca ölülerle ilişki kurulmaya çalışıldı ve onlardan geleceğin öğrenilebileceğine inanıldı. Bir kutsal rahibenin mezarı "Orakl" haline getiriliyordu. Akhisar´da bulunan bir örnek yazıt şöyledir; "Tanrıların rahibesi Ammias ve onun çocukları; tanrıların ilhamı bu sunaktaki bakır kaplarla onun belleğindedir. Eğer birisi benden gerçeği öğrenmek isterse, bu sunağa gelip dua etmesine izin verin. O, her zaman gece ya da gündüz bütün dileklerini elde edecektir."
Bir diğer kehanet yöntemi, kelimelerin aslında saklı kehanetsel anlamlar içerdiğidir. Buna Yunanlılar "cledon" derlerdi, şimdilerde de "Cleomansi" adıyla, kelimeler yorumlanmaktadır. Tarihçi Plutarch, "İskender´in Yaşamı" adlı kitabında, Büyük İskender´in ordularını yola çıkarmadan önce Delphi´ye gidip danıştığını fakat kendisine verilen "Orakl"ı unuttuğu için yaşamını erken yitirdiğini yazar. Öyküye göre Delphi Kahinesi yani Pythia önce İskender´i reddeder ama Kral buna aldırmaz. Gider Pythia´yı bulur ve omuzlarından yakalayarak kendisine döndürür. Pythia Kral´a bakar ve; "Sen yenilmezsin, Oğlum.." der. Bu cümleyi işiten İskender, başka bir şey istemez çünkü istediği sözcüğü işitmiştir; "Yenilmezlik" Oysa Büyük İskender´i, bir komutan veya ordu değil, başka bir neden yenecektir ama kehanetin ötesini dinlememiştir.
Cicero, su kaynaklarının ve ırmakların ilahi lütufkârlıkla donatıldıklarına ve yanılmazlıklarına inanıldığını söyler. Homeros´a göre, kutsal Olimpiyalılar yani tanrılar "Styx" adlı ırmakta yargılanırlar ve yalan söyleyip, söylemedikleri belirlenirdi. Kahinler ve kahineler kutsal bir suyu içtiklerinde, geleceğin esinlenmesine ulaşırlardı (Hidromansi). Bu metod, ilk kez Suriye´de geliştikten sonra Demeter ve Asklepion tapınaklarında kullanıldı. Daha birçok kehanet yöntemi vardır ama asıl önemli olan şey, insanların hemen çoğunluğunun gelecekleri hakkında çok ilkel, basit ve sıradan sorular sormalarıdır. Bunlar çoğu zaman boş sorulardır. Agis adlı birisi büyük tanrı Zeus´a battaniyeleri ve yastıkları hakkında bir soru sorar; acaba onları kaybedecek midir veya birisi çalacak mıdır? Buna karşın, tanrılar bir insana kararsız olmamasını, çalışmayı istemesini önerirler. Çocuk balıkçı babası gibi olmalı ve balık tutma bilgisini öğrenmelidir. Yani önce insan kendi gücüyle herşeyi yaptığından emin olmalıdır...
Kehanet nasıl yapılıyordu?
Apollo Tapınakları´nın danışmanları yani kahinler ve kahineler, ilkönce kendilerini kutsal suyla yıkamak zorundaydılar. Tapınakların önünde, "pelanos" denen bir ücret ödenirdi. Pelanos, kehanet yapacaklara yönelik bir ön sunuydu, Plutarch tapınakların önünde, hayvan kurban edildiğini de yazar. Halktan 7 "drachma" ve 2 "obol" alınırdı. Özel istekler için 6 obol ödeniyordu. Bir drachma, 6 obol ediyordu. Daha üst düzeydeki istek sahiplerinden, onbir kez daha fazla ücret alınırdı. Bir diğer hazırlayıcı test ise, Apollo´nun izin verip vermeyeceği yönündeydi. Bunun için kurban edilecek olan keçi, kutsal suyla yıkanırdı. Eğer kurban hareketsiz kalırsa, Apollo isteği onaylamıyordu, eğer kurban çırpınır ve kurtulmaya çalışırsa Apollo isteği onaylıyordu ve cevap verilebiliyordu. Bundan sonra hayvan sunağa yatırılır ve kesilirdi. Pythia´nın yani kahinenin bulunduğu yere geçilemediğinden, kurbanlar kesildikten sonra içeri yollanırdı. Bu arada, soruyu soran kişi sorusunu yazılı olarak görevli rahibe verirdi. Rahibelerin söylediği Apollo´ya övgü şarkıları arasında, rahip soru kağıdını özel rahibeler aracılığıyla, Apollo ve Dionysus heykellerinin bulunduğu özel bölmede bulunan Pythia´ya gönderirdi. Pythia, üç ayaklı bir sehpada veya taburede otururdu. Tanrı Dionysus, transı simgeliyordu, üç ayaklı sehpa Apollo´nun simgesiydi ve onun oturduğu yer olarak kabul ediliyordu. Pythia´nın içine Apollo´nun geldiğine inanılıyordu. Her kehanetten önce Pythia, bir kez daha yıkanıyor ve temizleniyordu, kutsal defne yaprakları çiğniyor ve kutsal sudan içiyordu. Özel kokular arasında Pythia, transa geçiyor ve tanrısal kattan gelen kehaneti içeren kutsal sözcükleri haykırarak söylüyordu. Trans esnasında Pythia´nın söylediği sözcükler ilk bakışta, saçmasapandı. Pythia´nın çılgınca hareketleri, bugünkü anlamda "self-hipnoz" yani kendi kendine hipnoz olarak tanımlanmaktadır. Pythia´nın anlaşılmaz sözcükleri doğal olarak yorumlanmaktaydı. Aslında Pythia´lar birer medyumdular ama dönemin tarzına uygun olarak şiirsel bir dille yani mısralar halinde kehanet yapıyorlardı. Pythia´nın kehanetleri rahibeler tarafından yazılıyor ve bir kopyası müşteriye verilirken, öteki kopyası tapınağın arşivinde saklanıyordu. Ne yazık ki, bu arşivden geriye birşey kalmadı.
Dişi kahinler
Sibıllar, Bakisler ve Pythialar
Sibıllar, kutsanmış dişi kahinlerdiler ve onlara "Bakis" denirdi. Geçmişlerinin MÖ 8. Yüzyıl´a kadar uzandığı bilinmektedir. Sibıllar ve Bakisler Apollo Tapınakları´nın çok öncelerindeki ilk Pythialar´dılar. İlk Pythialar´ın MÖ 7. Yüzyıl´da ortaya çıktıkları sanılıyor. Sicilyalı Diodorus´a göre, "orakl"lar yani kahineler bakire olmak zorundaydılar çünkü fiziksel saflıkları önemliydi; aynı zamanda da Artemis ile de ilişkiliydiler. Pythialar daha genç bir kızken seçilirler ve yaşlılar tarafından yetiştirilirlerdi. Seçim genelde soylu ve saygın bir aileden yapılırdı. Ama bazen, aileye çocukken girmiş fakir ailelerden gelen kızlar da Pythia olurdu. Önemli olan başka bir konuda eğitilmeden Pythia eğitimine girebilmekti. Bir Pythia Apollo´nun karısı sayılırdı, antik zamanlarda Pythia´nın doğumu Mart veya Nisan başları olan 7. ayda (Bysios) kutlanırdı. Sonraki dönemlerde kutlamalar kış aylarında yapıldı. Çok önemli kehanetler, dinsel takvimlere göre yapılır ve uygun zaman beklenirdi. Çok fazla talep olduğunda aynı anda üç Pythia´nın görev yaptığı biliniyor. Fakat MS 2. Yüzyıl´dan sonra "Orakl"lar azalmaya başlayınca, ortada tek bir Pythia kaldı. Ve Hıristiyanlığın ışığı parladıkça, Pythia´nınki sönmeye başladı. Artık Pythialar yaşamıyorlar ve tabii Apollo´da... Ama "Orakl"lar onların yeniden doğacaklarını söylemişlerdi. Kimbilir ne zaman?