Bugün Kuzey Ege'nin gözde tatil mekanlarından birine Assos'a geldik. Kuruluşu milattan öncelere dayanan yöre, doğayla, denizle ve tarihle içiçe bir tatil için ideal görünüyor.
Kuzey Ege'de, her mevsim tatil yapmak isteyenlere uygun yerler var. Bunların başında Assos, ya da diğer adı ile Behramkale geliyor. Assos aslında küçücük bir köy fakat yörede en çok bilinen yer olduğu için, zaman zaman tüm bölge bu isimle adlandırılıyor. Oysa Assos'un yanında da farklı özelliklere sahip birçok koy ve yöre var.
Assos, İstanbul'a 380, İzmir'e 290 km uzaklıkta. İstanbul'dan gelirken Yenikapı - Bandırma feribotunu kullanmak en iyisi. Fakat Bandırma Balıkesir yolunda yapılan çalışma nedeni ile oldukça yavaş gitmek gerekiyor. Bu yüzden biz Çanakkale yolunu tercih ediyoruz. Burası ayçiçeği tarlaları içinde, rahat bir yol. Biga - Çan - Bayramiç - Ezine güzergahıyla Edremit Körfezi'ne varıyoruz. Assos yolu çok virajlı. Araç kullananların çok dikkatli olması gerekiyor.
Assos ya da Behramkale, aslında çok küçük bir yer. Denize girmek ve gezmek için çevredeki koylara gidiliyor. Doğası hiç bozulmamış Sivrice Koyu bunlardan biri. Burası aynı zamanda Midilli Adası'na en yakın nokta. Balıkçı kahvesi ve küçük fakat temiz lokantası ile huzur arayanların yeri. Zaten çoğunlukla kültür sanat ile haşır neşir olanların, yazarların, sanatçıların geldiği bir yöre.
Assos Sivrice'deki tesisler ticari olmaktan oldukça uzak. Burası köy havasını koruyabilmiş az yerden biri.
8-10 tane tahta masası ile "Sarmaşık Gülleri Restoran" bölgenin ruhunu tam anlamıyla yansıtıyor. Yapaylıktan çok uzak, sakin ve huzurlu...
Balıkçı restoranının sahibi çaya hiç para almadıklarını az çeşitte ama temiz, güzel ve ucuz yemek verdiklerini söylüyor.
Assos'ta farklı bütçelere hitap eden çeşitli konaklama imkanları var. Bizim ilk durağımız ise bölgenin en yenilerinden Sivrice'deki Kaldera Oteli.
Assos civarında tatil köylerinden pansiyonlara, butik otellerden kamp alanlarına her zevke hitap eden yer var. Yeni açılan bazı oteller sağlıklı ve doğal yaşam tarzını benimseyenlere hitap ediyor. Odalarına meşe, toprak, zeytin, su gibi isimler veren Kaldera'nın sahipleri ressam ve mimar bir çift. Kendi tasarladıkları taş otelde doğal ürünler sunuyorlar, yakın zamanda da seramik ve resim atölyeleri ile oteli aynı zamanda bir sanat merkezine dönüştürme amacındalar.
Sivirce sahilindeki Çağın Motel ise, muhtarlığın işlettiği bir tesis. İki yıl kapalı kaldıktan sonra kaymakamlığın desteği ile yeniden açılmış. Tüm geliri köye gidiyor. Yardımlarla ayakta kalmayı başarmış. Önündeki balık lokantası lezzetli yemekler sunuyor. Son derece mütevazi bir yer ama pırıl pırıl denizi ile birçok tesisten çok daha iyi. Etraf o kadar sessiz ki, otelde müzik dahi çalınmıyor.
Sivrice'nin yanındaki Sokakağzı Koyu Sivrice'ye kıyasla biraz daha kalabalık. Sahil şeridi boyunca otel, pansiyon ve restoranlar var. Bu bölgelerin denizi genelde taşlı. Bu yüzden iskeleden girmeyi tercih edenler çok.
Assos'un en gözde plajlarının bulunduğu yer ise Kadırga Koyu. Burada büyük tesislerin yanı sıra, upuzun mavi bayraklı halk plajları da sıralanıyor.
Güneş biraz etkisini yitirirken biz de sahilden Athena Tapınağı'na doğru yola koyuluyoruz. Her zaman esen bir tepede kurulmuş olmasına rağmen, akşam saatleri tapınağı gezmek için en uygun zaman.
Felsefe tarihinin ünlü filozoflarına ev sahipliği yapmış Athena Tapınağı'nın M.Ö 500 yıllarında yapıldığı söyleniyor. Kentin koruyucusu olan Tanrıça Athena'ya ithaf edilmiş olan tapınağın mimarlık tarihi açısından da önemli bir özelliği vardır. Burası Anadolu'da arkaik çağda yapılmış ve kabartmalı frizlere sahip tek örnek. Ayrıca ünlü filozof Aristoteles de üç yıl boyunca burada dersler vermiş.
Hem manzarası, hem tarihi ile Athena Tapınağı, saatler geçirilebilecek bir yer ama biz artık aşağı iniyoruz. Yolda tezgah kurmuş köylüler, elişlerini satıyor. Burası turistlerin uğrak yeri olduğu için hallerinden memnun görünüyorlar.
Assos'un içine doğru inen yol çok virajlı. Aşağı indiğinizde ise sıra sıra otel ve pansiyonlarla karşılaşıyorsunuz. Lokantalar ve eğlence yerleri otellerin hemen önünde.
Assos'ta yavaş yavaş akşam olurken limandaki lokantalar dolmaya başlıyor. Canlı müzik yapan yerlerden balıkçılara burada eğlence biraz daha devam ediyor.
16 Aralık 2010 Perşembe
Assos Behramkale - Çanakkale
17 Haziran 2010 Perşembe
Kerpe - İzmit
Bu sefer istikametimiz gizli cennet Kerpe. İstanbul'a bu kadar yakın olmasına rağmen haritalarda bile yer almayan bir bölge Kerpe. Yanıbaşındaki Kefken çok daha fazla biliniyor ama esas tesisler Kerpe'de. En büyük avantajı ise ulaşımının çok kolay olması.
Kerpe, Karadeniz'in en kuytu koylarından birine kurulu, ormanlık içinde bir belde. Buraya ulaşmanın en kolay yolu ücretli otoyol üzerinden. İzmit'i geçtikten sonra Kandıra sapağından giriliyor ve Kefken tabelaları takip ediliyor. Kerpe'ye kadar yol dümdüz ve son derece rahat. Yemyeşil köylerin arasından kıvrıla kıvrıla Kerpe'ye varıyorsunuz. İstanbul Çamlıca çıkışından yaklaşık bir buçuk saat sonra, Kerpe'nin sahilindesiniz.
Buradaki otellerde güne güzel bir köy kahvaltısı ile başlayabilir, ya da öğle yemeği için balık ziyafeti çekmeyi bekleyebilirsiniz.
Kerpe sahili sağlı sollu balık lokantaları ile dolu. Yörenin en eskisi Karagöz Restoran. Burada mevsime göre hemen her çeşit deniz balığı yenebiliyor.
Kerpeliler, özellikle mevsim balıklarıyla Eylül ayında yörenin ayrı bir güzel olduğunu söylüyor.
Kerpe sahilinde balık istemeyene gözleme, pide, etli ekmek gibi alternatifler de var. Zaten Kerpe aslında tipik bir tatil beldesi. Etraftaki yazlık ev sayısı son yıllarda iyice artmış. Ama bu yöre henüz doğallığını yitirmemiş.
Kerpe sahilinden biraz yukarı doğru gittiğinizde tam bir doğa harikası Kartalkayaları görüyorsunuz. Kayalara ulaşmak için dik ve toprak bir patika yoldan geçmek gerekse de buna kesinlikle değiyor.
Yıllar içinde denizin şekillendirdiği kayalar, Kerpe'de mutlaka görülmesi gereken bir yer. Kayalar tamamen doğal hali ile korunmuş olsa da, etrafta çöpler eksik değil. Böylesine bir güzelliğin nasıl kirletilebildiğine hayret etmeden geçmek zor.
Kerpe Karadeniz'in diğer koylarının aksine batıya bakıyor. Kuytu konumu sayesinde yıllar içinde liman ve ticaret merkezi olarak kullanılmış.
Kayaların yanından toprak yoldan gittiğinizde Miço Koyu'na varıyorsunuz. Bomboş koy, denizin içindeki kayalarla hoş bir manzara oluşturuyor.
Aslında Kerpe'nin her köşesi yürüyüş, bisiklet gibi sporlar için ya da güzel fotoğraf kareleri yakalamak için çok uygun. Kartpostal güzelliğinde görüntüler yakalamak mümkün.
Kamp yapmak isteyenler için de burada belirlenmiş alanlar var. Doğa Çadır Kampı Dinlenme ve Konaklama Tesisleri bunlardan biri. Etrafı orman olan bölgede, çadır ya da karavan kampı yapmak mümkün.
Kerpe Kefken arasındaki upuzun plaj tamamen kum. Deniz tipik Karadeniz hiç değil. Açıklara kadar sığ ve dalgasız. Bu yüzden derinde yüzmek isteyenlerin kayalıkları tercih etmesi gerekiyor.
Kerpe denizinin Karadeniz olduğuna inanmak zaman zaman güç oluyor. Çünkü çoğunlukla tertemiz, durgun ve sığ bir su. Özellikle çocuklar için ideal.
Denize Otel Kerpe'nin önündeki doğal kayalıklardan, Varuna Club'dan ya da sahil boyunca uzanan halk plajlarından girilebiliyor.
Kerpe'de konaklamak isteyenlerin başlıca seçenekleri Otel Kerpe ve Varuna Otel. Bir de tabii küçük pansiyonlar.
Otel Kerpe, yeni işletmesi ile hem bir günü Kerpe'de geçirmek isteyenlere hem de kalanlara hizmet veriyor. Gecelik ücreti oda kahvaltı kişi başı 40 YTL. Kat kat terasına yerleştirilen masalardan manzara izlemek keyifli. (güncel fiyatlar değişik olabilir)
Varuna Otel 300 kişi kapasiteli plajı ile günübirlik gelenlere de açık. Pırıl pırıl denizi ve arkasındaki ormanlara da oksijen dolu bir gün vaadediyor.
Varuna Otel'in binası Kerpe'nin eskilerinden. Kerpe'deki değişime uygun olarak, özellikle haftasonları bir Beach Club havasına bürünüyor. Günlük giriş ücreti 15 milyon.
Plajların yanından Kefken'e doğru uzanıyoruz. Burası bir balıkçı köyü. Yörenin tüm balıkları buradan geliyor. Pembekayalar ise buraya gelince mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Kefken, Kerpe'nin yanıbaşında. Balık buradan geliyor ama Kefken'de pek fazla tesis yok. Kalacak bir otel ve tek tük balıkçı lokantaları var.
Pembekayalar, Kefken'in en ilginç yeri. Biz de biraz çevreyi dolaşıp kısa bir tur attıktan sonra Kerpe'ye geri dönüyoruz ve bir alabalık restoranına uğruyoruz.
Soğukpınar Alabalık bir fındık bahçesinin içine kurulmuş. Burada bir yanda alabalık restoranlarının vazgeçilmezi hamaklarda dinlenip, mevsiminde dalından fındık yemek mümkün.
Kerpe'den dönmeden önce, bölgeye bir de tepeden Babadağı'ndan bakalım diyoruz. Burası aynı zamanda Kocaeli fatihi olan Akçakoca'nın mezarı. Aşağı baktığınızda başta Kerpe Yarımadası, tüm yöre ayağınızın altında.
Artık yavaş yavaş dönme vakti yaklaştığında, Kerpe'den ne alınır diye soruyoruz esnafa. Burada sütçülük çok gelişmiş. Özellikle Kandıra yoğurdu çok meşhur. Dönerken yanınızda yoğurt, peynir, köy yumurtası görürebilirsiniz.
Kerpe'de gün batımını izlemek çok keyifli. Biz de Otel Kerpe'nin terasından gündeşin denizin arkasında kaybolmasını izleyip şehre dönüyoruz.
9 Haziran 2010 Çarşamba
Ankara / Nallıhan / Sarıyar
Ankara'nın güzel bir beldesini
anlatayı istedim sizlere.. İsterseniz gidin görün isterseniz sitesinden bir bakın.
"Sarıyar"
Nallıhan ilçesine bağlı.Türkiye'nin elektrik üretmek amacı ile Adnan
Menderes zamanında kurular ilk barajı ve santralı mevcut. Gölü, piknik ve balık avlama yerleri var.
Olimpik bir yüzme havuzuna sahip.Yunus
Emre'nin Hocası Tabduk Emre'nin ve Cafer Sadık gibi erenlerin mezarları
mevcut. Türkiye'de sadece iki yerde bulunan Yaban Koyunu Üretme Sahasına
bulunuyor. Ortasından Sakarya Nehri geçmekte.Bu nehirin bir tarafı
Ankara'ya diğer tarafı ise Eskişehir'e bağlı.Yani 15 saniye içinde şehir
değiştirme imkanı.
Sizlere tavsiye edebileceğim çok güzel bir belde Sarıyar. Görmeniz dileğiyle.
5 Mayıs 2010 Çarşamba
Maşukiye - İzmit
Bu kez muhteşem doğası ve alabalıklarıyla ünlü Maşukiye'ye gidiyoruz. Buraya otobandan gelmek son derece kolay. İstanbul'dan çıktıktan yaklaşık 1,5 saat sonra insanın içini ferahlatan dereleriyle Maşukiye alabalık vadisine varıyorsunuz.
Maşukiye'ye ulaşmanın en kısa yolu ücretli otoyoldan geçmek. İzmit-Adapazarı yolundan ilerleyip İzmit (Doğu) sapağından girmeniz gerkiyor. Bundan sonrası etrafı yemyeşil, sağlı sollu et-mangal ve alabalık lokantalarıyla dolu bir yol. Çevreniz elma, ceviz, kiraz ağaçlarıyla kaplı.
Maşukiye'nin ismi aşık anlamına gelen maşuktan geliyor. Gerçekten de etraftaki doğal güzellikler "buraya gelen aşık olur" sözünü doğruluyor.
Maşukiye'ye girdiğinizde Kartepe yolunu takip ederseniz alabalık retoranlarına varıyorsunuz. İsterseniz bu restoranlardan birine girip dere üzerine kazıklarla kurulmuş tahta masalara yerleşebilirsiniz.
Maşukiye demek alabalık demek. Zaten bölgenin adı da alabalık vadisi. Biz kiremitte alabalık sipariş ederken restoranın köpeği Tarçın etrafımızda dolanmaya başlıyor ve hemen masamızın yanına yerleşiveriyor.
Dere kenarında fonda kuş sesleri eşliğinde sakin ve huzurlu bir yemek yiyebilirsiniz. Fırında mantar ve güveçte köy peyniri de Maşukiye'nin özel yemekleri. Ama çoğunluk buraya kiremitte alabalık yemeye geliyor.
Alabalık vadisinde yukarılara doğru çıkmaya başlıyoruz. Dağın yamacında otlayan koyunlar oldukça ilginç bir manzara oluşturuyor.
Etrafta dere ve su pınarları var ama Maşukiye'ye gidince görün dedikleri şelalenin aslında Devlet Su İşleri'nin yaptığı bir set olduğunu öğrenince şaşırıyoruz doğrusu.
Maşukiye'de bu sene geçmiş yıllara oranla daha fazla konaklama alternatifi var. Maşukiye'nin merkezindeki yayla otel bunlardan biri.
Yayla Otel Maşukiye'nin en yenisi. Burası önceleri sadece restoran iken şimdi bir otel olarak da hizmet veriyor.
Yayla Otel tamamen çam ahşabından yapılmış. Zaten içi de mis gibi kokuyor. Bahçesindeki yeşil banklar ise keyifli bir ortam yaratıyor. Bu otelin diğer bir özelliği de alkollü içki verilmemesi.
Maşukiye'nin meydanında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Tahtadan yapılmış süs eşyaları, yöresel peynirler ve sırt bölgesi için tasarlanmış ahşap masaj aletleri en çok satılanlar.
Meydandan çıkıp bu kez de Maşukiye'nin diğer oteline yöneliyoruz. Butik otel, yörenin huzurunu tam anlamıyla yansıtan son derece şirin bir yer. Bahçesindeki minik el arabası ve rengarenk saksılar gibi küçük detaylar şehirden çok uzaklarda olduğunuzu size hissettiriyor.
Maşukiye Butik Otel'in sahibi Yalçın Karabacak, buraya gelenlere, zaman ayırıp çevreyi, özellikle de İznik gibi civardaki tarihi yerleri gezmeden dönmemelerini öneriyor.
Biz şimdilik o kadar uzağa gidemeyeceğiz ama tepelere doğru yol almak iyi bir fikir gibi görünüyor. Şimdi istikametimiz Kirazlı Yayla.
Maşukiye'ye gelip de kirazlı yaylaya çıkmadan dönmeyin. Burası aslında büyük bir piknik alanı. Ama sadece manzara izlemek için de gelebilirsiniz. Çünkü aşağı baktığınızda Maşukiye bölgesi ve Sapanca gölü boydan boya görülebiliyor.
Kirazlı Yayla bölgeye tam anlamıyla kuşbakışı bir görüş sağlıyor. İzmit Körfezi bile ayağınızın altında.
Biz Kirazlı Yayla'dan daha da yukarıya çıkarken aracımızın ısısı düşmeye başlıyor. Kartepe'ye çıkana kadar 20'li derecelerden 10'lu derecelere kadar iniyor. Bu yüzden yukarılara çıkmayı planlayanların yanlarında kalın birşeyler de getirmeyi ihmal etmemeleri gerekiyor.
Ayrıca şu anda yolun toprak ve virajlı olması, araçları oldukça yavaşlatıyor. Ama bir yandan da yeni sezon için asfalt çalışmaları sürüyor.
Kartepe'nin tepesindeki Green Park Oteli, geçtiğimiz kış hizmete giren bir kayak merkezi aslında. Ama yazın da gelinebilecek bir yer. Yolu göze alırsanız manzarası için bile gelebilirsiniz.
Otel, şu anda ziyaretçilere açık, ama yazlık aktiviteler henüz başlamamış. Burası yazın sıcak günlerinde serinlik yaşamak isteyenler için bir seçenek olabilir.
Kartepe'yi arkamızda bırakıp bu kez de sapanca gölü kıyısına uzanıyoruz. Gölde su kayağı yapılabiliyor. Ayrıca yüzmek isteyenler de göle girebiliyor. Ama maşukiye spordan ziyade dinlenmek ve huzur bulmak isteyenlerin tercihi gibi görünüyor.
Maşukiye'deki son durağımız çiçek seraları. Orhan Aydoğan yıllardır Maşukiye'de çiçek ve bitki seracılığı yapan bir ailenin ferdi. Atatürk'ün getirttiği yüzyıllık ağacı gösteriyor hemen bize.
Maşukiye'nin önemli bir özelliği de tüm sokak isimlerinin çiçek adları olması. Belediye ilk kurulduğunda sokaklara Maşukiye Çiçekçilik'ten alınan listeye göre menekşe, papatya, oya ağacı sokak, küpe çiçeği caddesi gibi isimler verilmiş.
11 Mart 2010 Perşembe
Sümela Manastırı
SÜMELA MANASTIRI - Kocaman bir tarih
Gücün, emeğin, inancın binlerce yıllık öyküsü duruyor karşınızda!
İnsanoğlunun azmi, tarihin gerçeği, inancın gücü... Önce şaşırıyor,
biraz eziliyor, en çok da suskun kalıyorsunuz!
Tarihler milattan sonra 4. yüzyılı gösterirken; Barbaras ve Sophronios
adında iki Atinalı rahip rüyalarında Meryem Ana'yı görüyor ve Meryem Ana
onlardan yeni bir manastır yaptırmalarını istiyor, yerini ve yolunu
tarif ediyordu... Meryem Ana ile Hazreti İsa'nın doğumunu tasvir eden ve
St. Luka'ya ait tabloyu da alarak yola çıkan iki rahip, deniz yoluyla
Trabzon'a geliyor ve Karadağ'ın dimdik yükselen yamacında, tepesinden su
damlayan bir mağara buluyorlar. Gönüllü Hıristiyanlarla birlikte
buraya, iki odadan oluşan ilk manastırı kuruyorlar... İki keşişin
ölümünden sonra burası “kutsal yer” ilan ediliyor...
Bundan sonra; tarihin akışı içinde taş taş üstüne konacak ve bugün
Sümela Manastırı olarak andığımız Türkiye'nin belki de en görkemli
yapılarından biri ortaya çıkacaktır. Geçmişi biraz sonraya bırakalım,
günümüz Sümelası'na bir yolculuk yapalım önce...
Kendine güvenenler yarım saat tırmanabilir...
Trabzon'dan Maçka'ya doğru uzanan yol, yaklaşık 45 kilometre sonra
manastırın bulunduğu Milli Park'a varıyor. Milli Park derken
küçümsemeyin sakın, tropikal bir ormana ya da yeşil bir dünyaya aitsiniz
artık. Binlerce yıllık ağaçların aralarından akan berrak sular, en
büyülü cennet tasvirlerini bile geride bırakıyor. Biraz şaşkın etrafa
bakınırken, herkesin en büyük merakı “O ünlü görüntü”nün ne zaman ortaya
çıkacağı... Hani “kayaların yamacına oyulmuş manastır ve göz göz
odacıklar...” Hani, binlerce kez gördüğümüz “O” fotoğraf... Birden bire
derin bir “oh” sesi dökülüveriyor dudaklarınızdan; “O” fotoğraf
karşınızda işte!.. Gerçekten inanılmaz, gerçekten büyülü... Şimdi artık
manastırın yamaçlarına kurulu, ahşaptan yapılmış, çevreye saygılı, şık
bir kafeteryada mola verebilirsiniz. Hem dinlenmek, hem de bu benzersiz
atmosferi sindire sindire yaşamak için... Dinlenmek lazım çünkü,
birazdan uzun bir tırmanış bekliyor sizi. Kendine güvenenler araba
yolundan vazgeçip, yeşil bir yol tutturabilir yukarıya doğru. Bu da
demektir ki, yarım saat tırmanılacak! Bunu göze alamayanlar için
arabanız biraz daha yukarılara götürecektir sizi. Nihayete gelindiğinde
yaklaşık 10 dakikalık bir tırmanma daha! İşte Sümela Manastırı'nın
avlusundasınız. Derin bir nefes alın, manastırın içine ulaşmak için 70
basamaklı, dimdik ve dar bir merdiven bekliyor sizi!..
Değer, her şeye değer...
Onca yorgunluk, onca ter; gördüğünüz manzara karşısında gerçekten tüm
yorgunluğunuza değer!.. İnsanoğlunun gücünün, emeğinin, inancının
binlerce yıllık öyküsü duruyor karşınızda. Önce suskun bir bakış,
ardından hayranlık nidaları. Şaşırıyor, biraz da eziliyorsunuz. İnsan
azmi, tarihin gerçeği, inancın gücü...
Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte; Ana Kaya Kilisesi, şapeller,
mutfak, misafirhane, kütüphane, kutsal ayazma ve 72 oda yer alıyor.
Hiçbirini karşıdan görmek imkansız. Karşı tepelerden görülebilen
yalnızca “O” fotoğraf, o bildik dış cephe...
Manastıra su getirdiği bilinen, yamaca yaslanmış çok gözlü büyük su
kemerinin bugün büyük bölümü yıkık. Sizi manastırın ana girişine
ulaştıran uzun merdivenin yanında muhafız odası yer alıyor. Buraya
bağlanan daha kısa bir merdivenle iç avluya iniliyor.
Sol tarafta kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli yapılar
var, sağda ise kütüphane. Manastır yamacının ön cephesinde keşiş odaları
ve misafir odaları bulunuyor. Kiliseyle yanındaki şapelin duvarları
fresklerle süslü. Kaya kilisesindeki freskler 14. yüzyıla, şapeldekiler
ise 18. yüzyıla tarihleniyor. Duvarlardaki kat kat freskler üç ayrı
dönemi işaret etse de, vahşi eller tarafından çizilerek tahrip edilmiş
olsa da, gözleriniz her birinin üzerinde hayranlıkla dolaşıyor.
İncil'den alınmış sahneler, Meryem Ana ile Hazreti İsa'nın yaşamından
kesitler sunan freskler, renkleri ve üsluplarıyla göz kamaştırıyor.
Sümela “siyah” anlamına geliyor
Karadağ'ın eteklerinde kurulu ve bir diğer deyişle, “Meryem Ana
Manastırı” olarak da anılan Sümela, adını “melas” sözcüğünden alıyor.
“Siyah” anlamına gelen bu sözcük; kimi kaynaklara göre yaslandığı dağın
ismine, kimi kaynaklara göre ise Meryem Ana freskindeki siyah renge
bağlanıyor.
Tarihin yolculuğunda Sümela...
İlk manastırı kuran iki keşişin ölümünden sonra, “kutsal yer” ilan
edilen yapı, 6. yüzyılda İmparator Justinianus tarafından onarılıyor ve
genişletiliyor. 13. yüzyıldan beri bugünkü durumunu koruduğu bilinen
Sümela, 1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği'nden III.
Alexios zamanında çok önemseniyor ve yeni onarımlar geçiriyor. Doğu
Karadeniz'in Osmanlı topraklarına katılmasıyla padişahlar tarafından tüm
hakları korunuyor ve pek çok imtiyaz tanınıyor. 18. yüzyılda birçok
bölümü yenilenen manastır, 19. yüzyılda büyük binaların eklenmesiyle en
muhteşem görünümüne kavuşarak altın çağını yaşıyor. 1916-1918 yılları
arasında Trabzon'u işgal eden Ruslar manastıra el koyuyor. 1923 yılında
ise tamamen boşaltılıyor.
4 Mart 2010 Perşembe
Side / Antalya
Side, Antalya'nın gözde mekanlarından sadece bir tanesidir ama kendine özgü güzellikleri ile görülmesi gereken yerlerin başlıcaları arasındadır. Sizleri Side'ye bekliyoruz.
Güney Anadolu’nun Ortasında bulunan ve ve bugünkü Antalya ilinin
sahil düzlüğünü kapsayan bölgeye Pamphilia bölgesi deniyordu. Side Antik
Kenti Attaleia yani bugünkü Antalya kuruluncaya kadar bu bölgenin tek
liman şehir idi. Fakat Side’nin en eski tarihi ile ilgili bilgiler daha
aydınlatılamamış durumdadır.
Şehir, Coğrafyacı ve gezgin Strabon tarafından Batı Anadolu
şehirlerinden Kyme’nin bir kolonisi olarak ta gösterilmektedir. Kuruluş
tarihi kesinlikle bilinmemekle beraber ikinci kolonizasyon hareketi
sırasında yani M.Ö 7. yy. da kurulduğu söylenebilir. M.Ö 6. yy da Lidya
egemenliğine giren Side Lidya Krallığının yıkılmasından sonra Perslerin
egemenliğine girmiştir (547). Büyük İskender’in Anadolu seferinde
İskender’e direnmeden şehir Makedonya Kralının hükümdarlığını kabul
etmiştir.(M.Ö 334).
İskender’in ölümünden sonra Side yavaş yavaş önemini artırmış ve
Helenizm Krallıkları arasında bir kavga konusu olmuştur. M.Ö 324 den M.Ö
303 yılına kadar kent Ptolemaosların egemenliğine girmiştir. (M.Ö
301-MÖ 218) Ptolemaosların egemenliğinde çok uzun süre kalmayan
Sideliler bundan sonra 30 yıl kadar sürecek olan Selevkos egemenliğine
girmişleridir. (M.Ö 215-189). Şehir Apemea barışından sonra Bergama
Krallığının egemenliği altına girmiştir. Bu dönemden sonra Roma
egemenliğine giren Side bu dönemde en parlak dönemini yaşamıştır.
Şehrin bugünkü kalıntılarının çoğu ve Side Müzesindeki bir çok eser bu döneme tarihlenmektedir.
VESPASİAN ANITI
İki kademeli bir platformun üzerindeki podyumun taşıdığı ve Roma
dönemine tarihlenen bu anıt sağda ve solda çıkıntı teşkil eden birer
aedicula ve onların arasında yer alan yarım yuvarlak bir hücreden
meydana gelmekte ve tüm uzunluğu 6,40 metreyi bulmaktadır.
Her aedicula,bünyesinde gövdeleri yivli olduğu anlaşılan iki Korinth
Sütunu ve bunların arkasına rastlayan yine yivli Korinth başlıklı yassı
payelerden oluşmaktadır.
APOLLON TAPINAĞI
Tapınak 16,37 metre genişliğe 29.50 metre uzunlukta bir dikdörtgen
şeklindedir. Yapı batıdan doğuya doğru yönelmiştir. Tapınak üst tarafı
yontulmuş doğal bir konglemera tabakasının üzerine oturmaktadır.
Platformun kenarlarında konglemera kitlelerinin işlenmesi ile meydana
getirilmiş olan kademe temelleri,tapınak krepisinin üç kademeli olduğunu
göstermektedir. Bunların üzerinde oturan mermer basamaklar ise ortadan
kalkmıştır.
Sütunları ve Cella duvarlarını taşıyan platformun üst kısmı yani
Stylobat kare mermer levhalarla döşenmiştir. Tapınağın 5 adet sütunu
Jale İnan döneminde ayağa kaldırılmıştır. Tapınağın orijinal
sütunlarından elimizde iki adet fragman bulunmaktadır.
3 Mart 2010 Çarşamba
Didim / Aydın
Milat’tan önceki yıllarda yaşayan insanlar büyü, fal gibi şeylere çok
inanırlardı. Bu inançları onların yaşamlarını yönlendiren en büyük
faktördü.
Dinsel duyarlılıkları karışık ve değişikti. Kendilerince her yararlı ve
güzel şeyin ayrı bir tanrısı olduğu var sayılırdı. Örneğin; Deniz
Tanrısı Poseiden, aşk tanrısı Eros, Şarap Tanrısı Baküs “Dionysos”, Işık
ve Güneş Tanrısı Apollon gibi.
Bu inançtaki insanlar genel olarak Ege Denizi çevresinde yaşıyorlardı. O
günkü koşullarda ticaret ve kültürde, sanatta bir hayli gelişmişlerdi.
Ulaşım kolaylıkları gereği denize yakın yerlerde Truva, Bergama, Efes, Priyon, Milet gibi büyük şehirler kurmuşlardı.
Didim’deki Apollon Mabedi de 20 km kuzeydeki Milet şehri ile diğer yöre
halklarının geleceklerini öğrenme ve dertlerine çare bulma isteklerini
karşılamak için yapılmıştır.
Ionya’nın en büyük kenti Milet’in Didim’de kurduğu Apollon Tapınağına
“DİDİYMEİON” denirdi. İlk çağ yazarları bu adın kaynağını tam olarak
veremiyorlar. Ama “İkiz Tapınak, ya da İkizler Tapınağı anlamına gelen
bu ad iki dorukta bir dağdan veya tanrı Apollon’un sevdiği ikizlerden
gelmelidir.” diyenler var. Nitekim, o çağlarda, şimdi “Tek Ağaç” muhiti
diye anılan yerde bulunan birbirine paralel iki Tepeye “Didymeion”
denildiğini Fransız tarihçi Charles Texsier belirtiyor.
Arkaik devre ait olan bu eski Apollon Mabedi bir çok hükümdar, hatta
Lidya Kralı Krezüz tarafından ziyaret edilmişti. Perslerin M.Ö. V.
Yüzyılda Anadolu’da yaptıkları saldırılar sonunda Dara “DARİUS” bu
tapınağı şehriyle birlikte yıkmış ve içerisinde bulunan bronz Apollon
heykelini bir çok esirle götürmüştü. Bu saldırı ve yıkımdan sonra
yaklaşık 150 – 180 yıl harap ve terkedilmiş bir halde kalan mabed, Büyük
İskender’in Pers’lere karşı zaferinden sonra bu gün gördüğümüz şekilde
yeniden yapılmaya başlanmıştı.
Yapım işi çok büyük çapta tutulur. Mimar olarak Efes’te yanan Artemis
Mabedi’ni yeniden yapan Panienie Mileti Dephnis görevlendirilir.
Tapınak bitince dünyanın sekizinci harikası olacaktır. Yapım işi uzun
yıllar sürer ve bu arada Milet’in hazinesini de bir hayli sarsar. Hatta
mabedin inşaatında çalışan usta ve işçiler ücretlerini alamadıkları
gerekçesiyle bir süre çalışmazlar. Bir anlamda tarihin ilk grevi
gerçekleşir. Bu konu ile ilgili yazılı belgeler Milet’te son yıllarda
yapılan kazılarda bulunmuştur.
Bütün bu zorluklara rağmen mabedin yapımı M.S. II. Yüzyıl ortalarına
kadar sürdürülmeye çalışılmıştır. Ama ne varki aradan geçen yüzyıllar
içinde nesillerle birlikte inançlar da doğal olarak değişmiş, örneğin,
İsa’nın ilan ettiği Hiristiyanlık dini Didim’deki halk tarafından da
benimsenmişti. Dolayısıyla Tanrı Apollon unutulmuş ve onun adına yapımı
sürdürülmeye çalışılan mabet de eski önemini yitirmişti. İnşaat Roma
krallarının gayretlerine rağmen bitirilemeden yarım bırakılmıştır.
Duvarlarının bir kısmına son işçiliğinin yapılması, bazı taşların traş
edilmemesi, güneşli tarafta görülen yüksek tek sütunun yevsiz oluşu bunu
belirtmektedir.
Didim – Didyma Mabedi düzgün en uygun bir alan üzerine inşa edilmiştir.
Temellerinde depreme karşı dayanıklı ızgara plan uygulanmış, çevresine
124 sütun konulması (çatıyı tutması için) düşünülmüştür. Sütunların
yüksekliği 19,4 metredir.
Mabedin en ilgi çeken tarafı 1,45 metre eşik bulunan anıtsal kapısıdır.
Sağında, solunda ve tabanın’da 7 şer metre uzunluğunda ve yaklaşık 60
ton ağırlığında tek parça mermer bloklarla çevrelenmiş bu dev eşik
mimari bir zorunluluktan ötürü yapılmış değildir. Bunda o zamanki, dini
görüşün oldukça rolü vardı. Çağın inanışına göre ibadete gelen halk
mabedlerin içerisine giremezler, önündeki sunağın çevresinde
toplanırlardı. Ancak Rahipler ve Apollon kültürü ile ilgili kahinler
mabede girerlerdi.
M.S. XV. Yüzyılın bitimine doğru meydana gelen bir deprem ve yangınlar mabedi çok büyük ölçüde tahrip etmiş ve yıkmıştır.
Gezginler ve arkeoloklar uzun yıllar yıkıntı haliyle kalan bu yapı
XVIII. Yüzyıldan sonra ilgilenmeye başlamışlardır. İlk defa Nevton ve C.
Texier gibi gezginlerin yazılarında sözü edilen mabed üzerinde
çalışmalara 1858 yılında İngilizler tarafından başlanılmıştır. 1872
yılında tapınakta Fransızlar, Thomas ve Rayet başkanlığında çalıştılar.
Sistemli kazılar ancak 1904 de Berlin Müzesi adına Almanlar tarafından
yapılmaya başlandı. Bu kazı devrin ünlü Arkeoloğu Prof. Theodar Wiegan
başkanlığında 1913 yılına kadar devam etti.
1924 – 1925 yıllarında Almanlar tapınakta yine çalıştılar ve buğünkü
görüntüyü meydana çıkardılar. Bu kazının toplu sonuçları 1941 yılında HI
Kneckfusa tarafından “Didyma” adlı bir kitapta yayımlandı. Son yıllarda
ise Alman Arkeoloji Profösörü Dr. K. Tuchelt başkanlığında tapınakta
yeniden çalışmalara başlanıldı. Nitekim bu çalışmalar sonunda varlığı
bilinen “Mukaddes Yol”un kalıntıları gün ışığına çıkartılmıştır.
Bu mukaddes yol tapınakla, bu günkü Mavişehir’in bulunduğu yerdeki
Panormas limanı arasındadır. Dua ve bir takım istekleri için gelenler
Panormos Limanında karaya inerler ve 4 km. çevresi aslan ve Branhid
heykelleriyle süslü mermer “Mukaddes Yolu yürüyerek Tapınağa varırlardı.
Son yıllarda Altınkum sahil yerleşiminin sınırlarını alabildiğince
genişleterek sıkıştırdığı Didyma Apollon Tapınağı’nı ziyaret edenlerin,
bir zamanlar ücra bir köşede kalmış bu yerin o zamanki güzelliğini
tahayyül edebilmeleri neredeyse mümkün değildir. Son zamanlarda resmi
makamlar tarafından “Eski Görkemiyle” yeniden ayağa kaldırılması talep
edilen Apollon Tapınağı ve yakın çevresi, başka hiçbir yerle
karşılaştırılamayacak kadar etkileyicidir. Çünkü başlangıçta Königlich
Preussischen Museen zu Berlin adına Theodor Wiegand daha sonra Martin
Schede ve 1972 yılından itibaren de uzun süre Klaus Tuchelt yönetiminde
yapılan kazılarda, milattan önce 4 üncü yüzyılda öncüleri örnek alınarak
başlanmış olan ve Büyük İskender tarafından da desteklenen, devasa
mimarinin faniliğini gösteren yıkık durumdaki sütun tamburlarıyla bu
tapınak dışında, Artemis Kutsal Alanı ve Kutsal Alanın ziyaretçileri
için çeşitli yapılar araştırılmıştır. Bu bağlamda önemli ticaret merkezi
Milet ile Didyma’yı Arkaik dönemden beri birleştiren kutsal cadde de
araştırılmıştır. 26 kilometrelik bu tören yolu, büyük heykellerle
donatılmış dinlenme durakları tarafından bölümlere ayrılıyordu ve
imparatorluk döneminden beri en azından son kısmı özenli taş döşeliydi
ve sütunlu galerileri vardı. Şimdiye kadar ancak bir kısmı bilinen bu
kutsal alan, bir kent gibi programlı oluşturulmuş bir bütün olarak
algılanmalıdır.
19.yüzyılın sonlarında tapınağın hemen yukarısında, genellikle tapınak
malzemelerinin kullanıldığı ve yalnız terkedilmiş büyük kilisesi
günümüze ulaşmış ve halkı Rumlardan oluşan bir köy vardı. Örenyerinin en
yüksek noktası, böyle yerleşimler için karakteristik olan ve tapınağın
devasa parçalarının yanında son derece narin duran bir yel değirmeni
için en uygun yerdi.
19.Yüzyıl boyunca İngiliz ve Fransız araştırmacılarının birkaç kez
giriştikleri kazılara rağmen, daha önce kimsenin tasavvur edemediği bu
devasa yapının boyutları ancak 1906 yılından sonra büyük teknik
zorluklarla gerçekleştirilen kazılarla ortaya çıkmıştır. Ayrıca, 1979
yılında keşfedilen duvarların yüzeyine çizili ayrıntılı planların ortaya
çıkması da büyük heyecan uyandırmıştır.
2003 yılında Andreas Furtwangler yönetiminde başlayan çalışmalar, kutsal
alanın erken dönemlerinin anlaşılmasına yönelik olup, aynı zamanda
eserlerin ortaya çıkartılmasından hemen sonra onarım ve yeniden ayağa
kaldırma çalışmaları sürdürülmektedir. Ayrıca var olan mimari parçaları
korumak ve tapınağın etkileyici görünümünü muhafaza etmek için
yangınlardan zarar gören mermer parçaların özenle onarılıp çok zaman
gerektiren ince çalışmalarla emniyete alınması sürdürülmektedir.
2 Şubat 2010 Salı
Fethiye / Muğla
Fethiye adını hep muhteşem deniziyle, dev tatil köyleriyle, harika plajları ile duyurmuştur. Ya tarihi güzelliklerine ne demeli. Onlarca yer vardır Fethiye de. ÖrneğinAmintas, Cadianda, Tlos, Kayaköy, Xantos gibi yerler bunların bir kaçıdır. Sizlere bu tarihi yerlerden biri olan Kayaköy'ü tanıtacağım.
19. yy. da Türk ve Rum nüfusu ile birlikte, yörenin en önemli yerleşim merkezlerinden biri olan Kayaköy'e iki yoldan gidilebilir. Birincisi, Fethiye kalesinin arkasından güneye doğru inen 7 km'lik orman yolu, diğeri ise Hisarönü Köyünden devam eden 1 km'lik yoldur.
Kaya Köy'e girdiğimiz zaman ilk dikkatimizi çeken şey, insanların oturmuş oldukları kaya zemin ile bütünleşmiş taş duvarlardan oluşan, çatısız evlerdir. Bir kısmı da insan eli ile tahrip edilen, sayıları dört bine yaklaşan bu evler, yıllar süren bekleyişin sessizliğini taşır gibidirler. Evleri, iki büyük kilisesi, kalıntılarını görebileceğiniz eczanesi, dükkanları, sokakları ve meydanları ile eski adı Lövissi olan Kaya Köy, şu an bomboş haliyle bir hayalet şehri andırmaktadır. Kaya Köyde evler iç içe, el ele fakat birbirinin güneşini, görünüşünü kesmeyecek şekilde yapılmıştır.
1922 yılına kadar yaklaşık 25.000 kişinin yaşadığı köy, Trakya'daki Türkler ile Anadolu'daki Rumların değişimi sırasında tamamen boşalmıştır. Köy bugün koruma altındadır. Kaya Köy'ün önündeki düzlükte ise 2000 civarında Türk köylüsü yerleşmiştir.
Kaya Köy'ü dikkatli ve düşünerek gezerseniz ilk dikkatinizi çeken şeyin o zaman ki teknolojinin ne kadar hayret verici olduğunu göreceksiniz. Çünkü Kaya Köy'deki evler inanılmaz derece sert ve dayanıklı yapılmıştır. Gerek okulu olsun, gerek kilisesi olsun hepsine ayrı bir özen gösterilmiştir. Kilisesinin önüne yukarda bir yere çıkıp bakacak olursanız tek tek taşların toplanıp da yapılması sonucu ortaya çıkan değişik bir model göreceksinizdir ki bu bayağı ilginçtir. Çünkü o kadar kaliteli yapılmış evlere ben Fethiye de veya başka bir yerde bile rastlamadım doğrusu!
Bugünde olduğu gibi, o zamanda her ustanın faklı bir ev yapış stili varmış. Kimisi evleri değişik renkte taşlar toplayarak evlerin dış yüzeyine yapıştırmış, kimisi de düz bir motif çizmiştir. Ya evlerin iç dizaynlarına ne demelisiniz ? Her şey düşünülmüş. Özellikle dikkati çeken şey bacalardır. Ama evler küçük olduğu için çoğu oda, mutfak... gibi yerlerde çok küçüktür. Örneğin mutfakları, aynı bugünkü gibi dizayn edilmiştir. Tek eksiklikleri dolapları yoktur. Belki onlarda önceden varmıştır ama çalınmışta olabilirler. Çünkü önceden Kaya Köy'ü ziyarete gelenler, Kaya Köy'deki evlerin içinde çok şeyin olduğunu daha sonra evlerin içindekilerinin yavaş yavaş çalınmaya başladığını söylüyorlar. Ve şu anda ise hiçbir şeyin kalmadığını görüyoruz. Sözde işte bu tarihi Köy korunuyormuş! (Nasıl korumaysa). Böylece tarihi değerlerimiz, bazı ilgisizler yüzünden yok oluyor, hem de gözlerimiz önünde...
Köyümüzün bir de 'Eski Çeşme' isimli bir çeşmesi var. O zamandan günümüze kadar sağ kalmayı başarmış. Çeşmeden bizzat bir avuç su içtim, gerçekten buz gibi olan su sizi bunca gezmenin ardından rahatlatıyor. Çeşmenin üzerinde değişik bir dilde yazı yazılmış ayrıca. Şahsen ben çözemedim.
Ayrıca bir başka dikkati çeke şeyde her evin yanında su sarnıçları olması. Ve bu sarnıçların içi aynı bugünkü gibi sıvalarla, hatta daha iyi ve kaliteli sıvalarla yapılmış olması ve üstlerinin, kenarlarının tek tek küçük bildiğimiz taşlarla döşenmiş olmasıdır.
Sanırım o devirde de herkes kendi bütçesine göre yaptırıyordu. Çünkü bazı evler çok küçük ve dar, bazıları ise büyük, iki katlı hatta çevresi bile duvarlı oluyor. Eeee para işte. Para var, çare var. Sanırım o büyük evler o zamanın ağalarının evi oluyormuş...
Evlerin çoğu tek odalı, mutfaklı oluyordu. Yalnız dikkatimi çeken en büyük şey tuvaletler oldu. Tuvaletler evlerin dışındaydı. Aynı bizim tuvaletler gibi ama evin dışında çok garip doğrusu, enterasan...
Kaya Köy işte yukarda anlatmaya çalıştığım şekilde olan bir köymüş. Zamanında orada yaşayanlarda varmış. Peki şimdi ne mi olmuş. Tebi ki terk edilmeye bırakılmış. Ama Kaya Köy sağlamlığı sayesinde halen ayakta, inşaallah hep böyle kalır..
Ben oraya gittiğimde ne korumaya rastladım ne de güzelcene yapılmış bir temizliğe. Çünkü Kaya Köy şu anda harap, evlerin hali perişan. İnceleme yapmak için evlerin içine girilmez halde bir görünüm var. Pislik diz boyu. Su sarnıçlarının içi bira şişeleriyle, öp artıklarıyla dolu... Bu ne biçim değer verme... Baktıkça kahroluyorum şu içler acısı köye yapılacak olan tek şey biraz temizlik ve tarihi değerlere sahip çıkma. Kim bilir neler vardı o evlerin içinde şimdi ise her şey bir hiçten ibaret. Söyleyeceğim şu ki kaybeden yine biz olacağız böyle giderse.
B. YUNUS